Eski Caminin Ruhu Ünye’nin Eski Camisi

Eski Caminin Ruhu Ünye’nin Eski Camisi

İnsan, çatısı altında dedelerinin, atalarının namaz kıldığı bir mabedi niçin yıkar?

Yusuf Ziya BASBAY

Insan, çatisi altinda dedelerinin, atalarinin namaz kildigi bir mabedi niçin yikar? 

Çanakkale kahramanlarinin, Istiklal Savasi gazilerinin alnini secdeye koydugu mabetten ne istemistik de yikmistik? Acaba diyorum, Eski Cami’yi biz yikmadik da o mu bizi terk edip gitti!

 

Pek çok güzel sey gibi, çocuklugumuzun güzel bir rüyasi olan Eski Camii de yillar önce hayatimizdan çikti. Simdi, o mabedin gicirdayan tahtalari üzerinde secdeye varmis hangi arkadasima sorsam, orada dedelerden kalan bir havayi teneffüs ettigini hatirliyor; o mübarek mescidi, benim hissettigim gibi, çocuklugunun en saf rüyasi biliyor, hüzünle yâd ediyor. Insan, çatisi altinda dedelerinin, atalarinin namaz kildigi bir mabedi niçin yikar?

Eski oldugu için mi? Hâlbuki tam da bunun için yasatmak icap etmez mi? Çok daha az masrafla o cami restore edilse, böylece hem memleketimizin uzun zamandir Müslüman diyari oldugu gösteren bir nisane ayakta kalsa, hem de dedelerimizin namaz kildigi bir mabette bugün biz de namaz kilma imkânina sahip olsak fena mi olurdu? Ünye’de birçok insanin babasi, annesi, dedesi ve ninesi ahiret yolculuguna o camiden çikmamis miydi? 93 muhacirlerinin, Çanakkale kahramanlarinin, Istiklal Savasi gazilerinin alnini secdeye koydugu mabetten ne istemistik de yikmistik?

 

Ünye’de Sehir Kompozisyonu

Osmanli sehir tipleri içinde, sahil kasabalarinin ayri bir prototipi oldugunu görürüz. Eski zamanlarin Ünye’si de, Karadeniz sahilinde bu tip bir kompozisyonu bütün unsurlariyla tasiyan nadir yerlerdendi. Ünye’nin, bu kompozisyonu nasil yansittigini daha kolay anlatabilmek için Osmanli kiyilarinda yer alan herhangi bir sahil kasabasinin vazgeçilmez unsurlarini sayalim:

Deniz ulasimini saglayan bir iskele, iskeleye yakin merkezî bir cami, onun hemen yaninda bir çarsi, çarsi etrafinda belli zamanlarda kurulan bir pazar, pazari ve iskeleyi iç bölgelere baglayan bir sose yolu, iskeleye yakin bir kahvehane, büyük bir çinar, çesme, hamam.

 

Ünye, böyle bir sehir kompozisyonu içinde yüzyillar yasamisti. Bu durum, Türkiye’nin 1950’lerde baslayan ekonomik ve sosyal degisimine kadar büyük ölçüde devam etti. Seksenden sonraki yozlasma süreci ise bu unsurlarin kendi arsindaki iliskiyi büsbütün ortadan kaldirdi. Bu süreci engellemek de mümkün degildi… Ünye’de oldugu gibi, yikilan hayat biçiminin yerine bir sey konamamistir. Eski gitmistir, yeni dönemin getirdigi ise sadece yeni tüketim anlayisidir. Bu tüketim anlayisi, yiyeceklerimizden evlerimizi tefrise, seyahat aliskanliklarimizdan hastaliklarimiza kadar her seyimizi ve tabii göze hemen çarpan bir sekilde binalarimizi degismistir. Ünye’de Eski Cami’nin yikilip yerine yenisinin insa edilmesi de kanimca bu sürecin somut bir ifadesi olmustur.                                                                                            

Bu dönemde bütün Türkiye, dedesinden kalan antika bakir kaplari alüminyum tencerelerle degistirdi. Ayni sekilde, camilerden bes yüzyillik antika halilar toplandi, eskileri alan dolandiricilar naylon halilari serip ortadan kayboldu. El yazmasi kitaplar eskicilere satildi. Ahsap evler yakildi vs. Tasinabilen eski esyalar Avrupa’daki antikacilarin yolunu tutadursun, kiymetini bilemedigi bütün degerlerini bit pazarinda satan Türk Milleti de kendini taksitle çelik tencere almaya, beyaz esya dizmeye ve her yere beton dökmeye adadi. Hala ayni süreç devam ediyor. Iflah olmaz beton tutkumuz, koskoca Türkiye’de elli yillik geçmisi olan bir mahalle bile birakmadi.

 

Eski Cami’nin Mimari

Artik kalabalik sehirler gibi, Ünye’de de gelenekten beslenen bir hayat yok; büyük küçügü, küçük büyügü tanimiyor, her sey maddilesiyor. Ünye’ye her gelisimde, sehrin ruhundan daha çok seyin kayboldugunu görüyorum. Ve ne yazik ki, Istanbul’un varoslarina benzetiyorum. Geçmis duygusunun olmadigi, sefil maddi çikarlar disinda kimsenin kimseyle insanî bir münasebetinin bulunmadigi Istanbul’un hastalikli varoslarina.

 

“Ünye nasil bu hale geldi?” diye düsünmek bosuna, bütün Türkiye bu hale geldi çünkü. Fakat Ünye için sembolik bir milat aradigim zaman, bana Eski Cami’nin yikilisi en anlamli tarih gibi görünüyor. Çünkü yikilanin yerine yapilan camiye bakinca zihniyet degisiminin ipuçlarini bulmak mümkün: Uzun çifte minare, agaçsiz avlu, çini taklidi fayanslar, makineden çikma süslemeler, mermerle kapli dis cephe ve yerden yükseltilerek alt kati dükkânlara ayrilmis bir kütle… Türkiye’yi dogudan batiya ve kuzeyden güneye gezseniz, her yerde hatta köylerde bile bununla ayni tip beton cami kütleleriyle karsilasirsiniz. Hâlbuki bizim Eski Cami’mizin bir benzerine Karadeniz sahili disinda rastlayamazdiniz.

Simdiki Büyük Camii, mimari açidan eskisinin çok gerisindedir. Estetigi, çevresiyle uyumu, gelenekle irtibati, kullanimda sagladigi kolaylik, insan ve mekân iliskisindeki orijinalitesi gibi… Hangi açidan bakilirsa bakilsin, Eski Camii, dikkatli gözlere her açidan simdikinden üstün görünür.

Bir kere Eski Camii, çevresiyle uyumlu, sokakla barisik bir mabetti. Bulundugu meydana kendi rengini veriyordu. Onu çevreleyen caddelerden kim geçerse geçsin, cami, ona varligini hissettiriyordu. Simdi Büyük Cami’yi çevreleyen caddelerden geçip gidenler camiyi fark etmez. eger kafanizi kaldirip bakmazsaniz sira sira dükkanlardan baska bir sey göremezsiniz.

Bu tecrit edilmislik, mimarî açidan basarisizliktir ve dinimizi hayat disina atmanin belki bilinçli belki bilinçsiz bir ifadesidir. Nitekim Büyük Cami bugün, namaz vakitleri disinda yasamayan bir bina halindedir.  Caminin avlusuyla sokak arasinda hiçbir iliski kalmadi.    

Eski Cami, cografyasiyla da uyumluydu, Karadeniz’e özgü mimarî bir tarzi vardi. Tipki eski evlerimiz gibi ahsapti ve kiremitle örtülüydü. Eski Cami, bütün maddi unsurlariyla da Ünye’ye aitti. Temel taslari, tahtalari, kiremitleri ve her seyi Ünye’nin tasindan, topragindan ve agaçlarindan yapilmisti. Yeni yapilan camide bunlarin belki hiçbiri Ünye’ye ait degil.

 

Müezzinsiz Minareler

Zannediyoruz ki, bir caminin minaresi ne kadar uzun olursa, cami de o kadar güzel olur. Hâlbuki Osmanli camilerinde minareler daima yapi ile uyumluydu. Yapilamadigindan degil, yakismadigindan yapilmazdi. Simdi biz, küçücük bir köy camisine kirk metre uzunlugunda minare dikmeyi bir sey zannediyoruz.

Bugün bütün Anadolu’da görülen uzun minare dikme faaliyeti,  en güzel bir gelenegimizi de öldürdü. Artik müezzinler minarelere çikmaz, istese de çikamaz oldu. Çikilamayan minareler yapmayi marifet sayan bizler, mikrofonu da kesfettik.  Diyanet teskilatimiz Islam tarihinde esine rastlanmayan bir tarzda bazi camilerden ezani kaldirdi. Ünye’de ezan Büyük Cami’den okunuyor. Diger camilerin minarelerine ezan sesi kablolar vasitasiyla naklediliyor. Demek, teknik imkânlar en kuvvetli dini gelenekleri bile degistirirmis. Filhakika ezan sünnettir, hiç okunmasa da olur. Fakat ezan seâir-i Islamiye’den olmakla belki namazdan da öte toplumsal bir mana kazanmistir. Simdi, sormazlar mi bize: Madem ezan okunmayacak, sâlâ verilmeyecekti bu kadar yüksek yüksek minareleri niçin yaptiniz?

Camilerimiz, el emegi göz nuru esyalar ile tezyin edilmeli, plastik levhalardan, çini taklidi fayanslardan kaçinilmalidir. Mademki, cami mutlak hakikate inanlarin ibadet mekânidir, o zaman, orasi için kullanilan her sey hakikî olmalidir!

Bu kadar dert yandik yanmasina ya… Asil mesele, bizde bir hakikat kalip kalmadigi degil midir? Acaba diyorum, Eski Cami’yi biz yikmadik da, o mu bizi terk edip gitti!

 



Canik Dergisi

Canik Dergisi Haberleri