…Ya canlıyken, canlıyken öyle miydi?.. Kulakları sağır eder yaygaracılığı, şişinir sinir tafrası, çağının savaş uçaklarında, o ilk defa kendisinde kullanılmış devasa teknik buluş, Ey-Bi sisteminden kaynaklanandı.
Kıyametin korkunç gümbürtüsünü andıran Eftırbörnır (Ey-Bi) sistemi, zaten var olan havasına, böğürtüyle böbürtülü havalar katıyordu. Fiyakalı kibrini, ateşli motorundan melezce sağladığı 16 tonluk heybetli itim gücünün, atılgan azametine borçluydu… 27 Mayıs 1960 sabahında, egzozundan çıkardığı alevlerin cakasıyla savurduğu o pervasız, tehdit dolu Ey-Bi’li naraların tarihi görkemi, az mı konuşulmuş, az mı yazılıp çizilmişti? Hemcinsleriyle kol kola, katar katar uçurulduğu o başkent göklerini, kükrer bir cehenneme çevirdiği, ülke tarihine daha dün gibi kayıtlıydı.
Binicisinin isteğince motor Ey-Bi’ye girdiğinde; üzerinin hidrolikle çalışan dilimleri, hareketlenerek genişleyen egzoz, arkasına alev kusan, iri çaplı kıpırdak bir namluya dönerdi. O esnada gökyüzünün o koordinatına sıkışan hava, dehşetli bir patlama sesi savururdu. Aşağılara yarattığı baskı ve stresin ani şok dalgalarıyla yörenin tüm camları sarsılır, hatta bazen tuzla buz olurlardı. Aerodinamiğin bu korkunç, bu adeta bir alt türü ses bombasının mecbur kalınmadıkça, yerleşim bölgelerinin alçak irtifalarında kullanımı, havacılık yönergeleri gereği bu yüzden yasaktı.
1953’ün 25 Mayıs’ında Amerika göklerine, YF–100 künyeli prototip babaları doğmuştu. Aerodinamiksel bir nitelik olarak, çelik kanatları geriye ok açılıydı metal aygırın. Isıya dayanıklı titanyum madeni, bedeninin tümünde en ilk onda kullanılmıştı. Geliştirilmiş Elektro-Optik A-4 nişangâhlı atış sistemiyle geniş bir yelpazede görev üstlenebilen, havai bir belaydı velhasıl özetinde.
Yer ve gök diyarın, tehdit unsuru hedeflerini yok etme iştahıyla kanat altının altı istasyonunda, barışı pek sevmeyen insan soyu için hacmi üç tona varabilen silah yükü sırtlanmaya, sürekli can atıyordu. Nükleer Bomba için gövde altı taşıma istasyonu bile vardı. Sırtlandığı füzeler, yerkürenin açık deniz muhriplerinden hasmına bırakılan torpidoların, gök okyanusa salınan benzerleriydi. Zaten başlangıçta Amerikan Deniz Kuvvetleri donanması için imal edilmişlerdi. Sonradan daha da geliştirilerek, Hava Kuvvetlerine de uyarlanmış; savaş göklerinin, uçsuz bucaksız yaylaklarındaki delirginliklere de dizginlerini koparmışlardı. Bu füzeler, ses hızının birkaç misli üstünde uçma yeteneğine sahip pilotsuz uçakların, [1]kamikaze olanı gibiydiler. Eftırbörnır’a benzer itici güçlerini, sahip oldukları roket motordan alırlardı. Yüksek şiddetli patlayıcıya haiz öfkeli harp başlıklarıyla da ısıya yönelen duyarlı beyinleri, akıllı bir deliliğin navigasyon zenginliğini sırtlamışlardı.
Son modelleri yaklaşık 100 kg, ağırlığında olup, atıldıkları yüksekliğe bağlı olarak; saatte 3100 km. (2,5 Mak) süratle, 30-35 km (18 mil) gidebilenleri vardı. Bazıları görüş alanında, bazıları görüş ötesi kullanılırlardı. Havadan havaya fırlatılan hiddeti, ısıya ya da sese güdümlü, affı yok bir tufandı. Hasım uçakların motor sesi, egzoz ya da gövde ısısına hunharca kilitlenirlerdi. Gazabından kurtuluşun pek mümkün olunamayacağı bu canavarların ilk modelleri, Güneydoğu Asya’daki hava çatışmalarında, Amerikalı pilotlarca göklere bu, ölümcül tacizciden salınmışlardı.
Havada yakıt ikmali yaparak, teknolojik anatomisine uzun menzil sağlayabilen asamblesi; doğumundan yıllar sonra göklerine ancak gelebildiği Türk Hava Kuvvetleri’nin, yaptığı bir değişiklikle köreltilmişti. Zira gövde ve kanat içlerine ilave olarak; kanat altlarının drop adlı tanklarına yuvalanmış, yaklaşık beş altı tonluk yakıt, konuşlandığı coğrafyanın sınır ötesi diyarlarına, varıp da vuracağı menziller için yeterli sayılmıştı. Yağdıracağı ölümü vahşi pençelerinde taşıyan, vuruşkan bir nefti kartalı andırıştaydı. Zırhlı hedeflerin imhası için kanat altı podlarında taşıdığı roketler, havadan havaya atılan AIM–9 ve GAR-8 füzeleri… Silahlı keşif ve fırsat hedeflerine taarruz için, bağrında taşıdığı 20 mm. makineli top, roket ve tonajlı bombaların ağır yüküyle değişik versiyonlara misyonlaşmış infaz makinelerinin, kanatlı bir şeytan türüydü velhasıl!.. Kıbrıs Barış Harekâtının başrol oyuncularından biriydi.
Ki o vakitler Serhan Atış Bombardıman; Göktuğ’sa Hava Harp Okulunun birer öğrencileriydi. Ulu Önder Kurucu Ata’sının, “İstikbal Göklerdedir” bilimselliğini pas geçmiş ülkenin, her alanda Ambargoyla cezalandırılması o yüzdendi. Özellikle harekâtın ilk günleri, ana yurttan sırtlanıp da adaya bıraktığı bombaların sayısını o da unutmuş gibiydi!
Yzb. Serhan’da o an, inceden inceye bir bilinç akışı başlamış gibiydi. Aşağılardan görüntülü sufle veren hakikatlerin, hafıza ekranına düşenleri; insanlık adına serzenişteydi… Yakınmalı dertlenişler, mürekkebi hayat olan edebiyata, uzaklardan yakın plan göndermelerin, haksever rollerini üstlenmişlerdi. Siyaset iltihaplı yaşamdan kadrajlarla her bir yanı yara bere içinde, Atatürksüz ülkenin kanayan yorgunluğu; geniş açılar kullanan görüntü yönetmenlerinin, insanlığa duyarlı çekimleri gibi ibret vericiydi…
Küresel inşası terörden daha terör partizan iktidarlarda; Rahmani kutsallar rafa kaldırılır, şeytani masallar iman edinilerek, akıl ve bilime [2]patojen, [3]Haşhâşîn partizanlığı mezhepleştirilirdi. Önlemi alınmamış her tür afetin, oralardaki tuzu kuru iktidar egemenlerini… Gündem gündem üstüne kesintisiz dayattıkları darbe içi darbelerini… Dünya tarihi oralar için asrın felaketleri olarak kaydetmişti. Deprem enkazlarına çığlık çığlık terk edilen, çoluk çocuk can pazarı kimsesizliği… Yapımcı yönetmeni oldukları her kriz, her afet, her felaketi… Haramzadesi oldukları saltanatlarda kadere yükleyenler; hem masum inançlara hem Yüce Tanrı’ya iftirayı, oralarda iman edenler değiller miydi?..
Gerek partizan İslamcılık gerek partizan milliyetçilik gerekse partizan etnik kimlikçiliğin siyasal etiği; millet cebinden saltanat eyleyen menfaat kurnazlığının; mevki, makam ve finans severliği değil de neydi? Oralarda her iktidar, karşı mahallenin helal kesesinden, kendi mahallesinin zengin haramzadelerini türetmemiş, partizan fanatizmin tünek arpalıklarında, istihdam etmemiş miydi? Gerek siyaset üstü yalansız tarihin gerekse yansız dürüst yüreklerin, oralarda olanları afişe etmelerine; tehdit tellalı siyaset zurnacılarının, kendinden olmayana zulümle yaptıklarını, yazılı ya da sözlü dillendirmelerine sanki gerek mi vardı? Zira oydaşlığa oynaşlı, yandaşlığa kumaşlı organize partizanlıklarda, bizzat kendilerine hizmeti, ülke ve millet hizmetinin en önlerine koymadıkları, oraların [4]“hali pür melalinden” sahi belli olmuyor muydu?
Küresel güçlerin, despotik kiralıkları iktidarlarla evrensel hukuka, temel hak ve özgürlüklere oralarda yaşatılanlar, bahtı kara kimsesizliğe, şeytanın bile akılına gelmeyen yapılanlar; insanlığın duyarlı vicdanlarına ağır yaralar açardı. Öylesine toz duman, öylesine kan revan tartaklanan bir coğrafyanın, öylesine amansız bir devranında olanları, bütün dünya seyrederken; hakikatlere tutkun bilimsel tarih, çağdan çağa iletmeyi hakşinaslıkla kayıtlardı.
Cemaat, tarikat, vakıf ve dernekleriyle millet hazinesinden, Atatürk sonrasına saltanat kurmuş Orta Çağ siyasetin; yıllar yılı mangalda kül bırakmayan dinozor ve yavruları kortejiyle nihayet, gökler de bağımsızlığını yitirmişti. Sam Amcanın, dostluğuna yuvaladığı ihanet ambargosuyla göklerden kapıp götürdüklerinin yıllık ortalaması, keşke 8-10 pilottan aşağı düşebilseydi. Düşebilseydi de yıllar yılı, politize hamasetle avutulmuş bir ülke; çağdan kundaklanmış kopukluğunu, teknoloji fukarası oyalanmış siyasetzede mahvolmuşluğunu, göklerin şuralarından böylesine umarsız süzülmeseydi… Sözüm ona yardımsever Sam Amca, sömürgen yörüngesine oturttuğu yavru uydusunun, Serhan’la Göktuğ’unu da böylesine şefkatle (!)omuzlayıp, bir bilinmeze götürmeseydi…
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” roman dosyasından devam edecek...
Yüce Tanrı; çile üstüne çile siyasetzede ömrümüzün, Ay Yıldızlı birlik beraberliğimizi korusun. Atatürklü yıllar gibi, yüzümüzü yeniden güldürecek, hak-hukuk-adaletli iktidarlar ikliminde yaşamak; boynu bükük kalakalmış umudumuza bereket olsun…
[1] Gerektiğinde uçağıyla hedefe çakılmaya eğitimli; 2. Dünya savaşında görev yapmış Japon savaş pilotları.
[2] Hastalığa neden olan her türlü organizma
[3] Şi’a koluna bağlı Hasan bin Sabbah’ın, Alamut Kalesi’ne kurduğu siyasal dinci örgüt.
[4] Üzüntülü, sıkıntılı, gülmesi elinden alınmış, somurtuk haller.