RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (14)


…İrademiz dışında olmuşları; yolumuza çıkmışları; sıra dışı bir düşünümün, sıra dışı bir derinliğiyle okunup, gözlemlenmesini vahiy eylerdi hayat! Harikalar kapısını belli bir süre kapalı tutuyor olması, bizi üzmesin!.. Adımıza aldığı kararları, kendince uygulama baskısı da canımızı sıkmasın! Durup dururken bize kafa tutuyor hatta cephe alıyorduysa hayat, bu onun gönül koymaları ya da bir bildiği var olamaz mıydı? Beklenmedik bir anda beklenmedik bir oluşun ya da ansızın huy vermiş bir uyarışın yaralayıcı tavrında, eğitsel dersler sakladığına, zamanla tanık olmak, hiç mi şaşırtmamıştı bizi? 

 

Biz kâinatı laboratuar, hayatı laborant olarak göremeyenler, sabrın zulmüne uğramaz, beterliklerle boğuşmaz mıydık? Üstelik her şey hemen olmuyordu! Zaman da payına düşeni istiyordu! Evrensel yaratılışın bir fiziği, bir kimyası, bir termodinamiği vardı. Belli ki her şey zamanını bekliyordu. Olunca olacaktı, olmayınca olmuyordu! 

 

Bize rehberlik edebilecek iç sesimizin, yaratılışla kodlanmış akılcı aritmetiği, hayat kilitlerini açma anahtarımızdı! Yaratılış bize diyordu ki; didaktik (öğretici) hayat dokunuşlarını [1]diyalektikle algılamalısınız! Hayatı duymalı, mesajlarına uymalısınız! Aksi halde hasarlı kalırsınız!.. 

 

Serhan-Göktuğ kokpitinin obur Altimetre ibreleri, yükseklerin 44 bin yüz fitlerini (13 bin 411m) iştahla tüketimdeydi. [2]Nevrotik koca bunak, kör bir kuyunun diplerine, kör bir inatla akıyor gibiydi. Hava araçlarında altimetreler, yükseklik ölçüm cihazlarıydı. Barometrik olanların verileri, deniz seviyesine göreydi. Daha sonraları hava taşıtlarının, izdüşümündeki zemine göre yükseklik veren gerek radar gerekse optik altimetreler de geliştirilip, hava araçlarına yerleştirilmişlerdi. 

 

Özellikle 19. yy.ın ikinci yarısıyla 20.yy.ın başlarından itibaren, yeryüzünün günbegün ayaklanmış doyumsuzluğu, gökleri de koşmaya başlamıştı. Gezegenin ortaçağdan aceleyle kurtulmuş diyarları, bilimsel sıçrayışla uzay çağına yol alırlarken, bazı diyarlarıysa hala ortaçağ aklın, bilimsiz siyaset yaralarıyla kanıyordu. 

 

İlk test uçuşuydu Üsteğmen Göktuğ’un... Test Pilotu seçilme yazısı, Üs Komutanlığınca geçen ay onanmıştı. Planlanmış ilgili yer eğitimini ise geçen hafta bitirmişti. Sıra, tek sortilik gök eğitimdeydi. Uçuş sonu, Yzb. Serhan’ın imzasıyla sahip olacağı yetki belgesinin bir nüshası da Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Eğitim Daire Başkanlığındaki şahsi dosyasına gönderilecek, bundan sonraki zorlu test uçuşlarını, gök kubbe derinlerinde bir başına yapacaktı. Ülke göklerinin test uçuş sahalarında da çelik kanatlarını özgürce çırpacaktı. 

 

Gerek Eskişehir fabrika gerekse 8’inci Ana Jet Üssü ağır bakım ünitelerinden çıkan F-100 savaş uçaklarını; test uçuşlarındaki zorlu, Aerodinamiksel tüm sınavlara tabi tutarak, uçuşa elverişli olup olmadıklarının vicdani yüzlerce kararını vermişti Yüzbaşı Serhan. Gözü kara biri olacak ki savaş pilotluğuna, öğretmenliğine ilave olarak, 8’inci Ana Jet Üssü F-100 uçuklarına da Test Uçuş Baş Pilotu olarak atandırılması, dört yıl kadar önceydi…

 

Her savaş pilotu gibi tehlikelerle yaşanmış fırtınalı bir hayatın, hayli toplamı vardı ellerinde. Zamanın, adına yıl denen göksel dalaşlarında; ölümle yaşam arasındaki o ince sırat çizgiye, diğer birçok meslektaşları gibi defalarca gidip gidip dönmüştü. Ama bu kez, daha bir incelmiş o sınır çizgi; ha koptu ha kopacaktı! 

 

Hortlamış sessizliğin an be an büyüyen ketumluğu, gök uçlarda ölümün uğultusu gibiydi… İlahi yüceliğin emir eri Azrail hazretleri, kayıp listesine iki kişi daha ilave etmelerin, sanki coşkulu heyecanı içindeydi. Olanca çekiciliğini oralara, fırlatıp atan hayat bir anda hoyratlaşmış, sanki git gide uzaklaşıyordu. Olası ki yine birilerinin, son sayfalarını yazdırmalara mı koyulmuştu! 

Umudun, kendine sarılana kendini layık görmemesi sancılı acılardı… Serhan’la Göktuğ için belki bu gün, yarını olmayan gündü. Belli ki her son, kendi giriş paragrafının yarınsız anlatısı, kendi öyküsünün eldeki kalıntısıydı. Kendi başlangıcının değimli alıntısı, [3]kaltaban zamanın koşuşturan yanıltısıydı… Bilim egemen olamamış şeffaflık özürlü haritalar, siyanürlü partizan çıkarlarla holdingleşmiş yasa devletlerine devşirilmekten; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olamamış, muasır medeniyet seviyesine epey uzak kalmışlardı. 

 

İşte ol sebepleydi ki ancak oralara saltanat kurabilen Aferizm (çıkarcılık) Mezhebine iman eylemiş kurnaz Aferistlerin; ilkeler ve değerler manzumesi, oldukça perişandı, ağır hasarlardaydı… Liyakat katliamda; doğrular intiharda; gerçekler musalla taşındaydı... Kara cehalet pompalayıcılarına biatle, girilen kabın şeklini, şeytani bir sadakatle alma yarışları, oraların oldukça tavan yapanıydı… Siyasal çıkarlar histerisiyle yurttaşlık huzuru darp edilmiş oralarda yasalara uyarlananlar, ne toplumsal ne evrensel ahlaka uymamaktaydı. 

 

Hoşnut olmadıkları kafa karışıklığı, içine düştükleri duygu ve düşünce fırtınaları, Yzb. Serhan’la Ütğm. Göktuğ’da o an, tozu dumana katmışlardı… Durmuş motorla süzülüşte, umudu yeşertecek gelişmeler, belki de alt irtifalarına kısmetti gök katmanların. Kaldı ki duyguları deruni mavisine, hayatıysa çeşit çeşit bulutlarına yüklemiş gök diyar, olmadık sürprizler yaylası değil miydi? Nerelerde ne zaman ya da nasıl fırsatlar sunacağını kim bilebilirdi? 

 

Kimilerin alın teriyle kazıdıkları hayat, kimilerine kelepir tenzilatlı, doğuştan indirim bonkörüydü! Hepten yarasızları olduğu gibi, yaralarıyla hayata yenilmişleri, yaralarından yenilenmişleri de epey boldu, günbegün yosmalaşan dünyanın! 

 

Doyumsuz emperyalizme hizmetkâr, gizli ya da afişe, kurnaz siyaset tüccarlarının, kaç yıllardır Orta Doğu’ya yeniden format atma histerisi, BOP’ la tasarlanmıştı. Sözde bir amacı da teröre destek veren ülkelerle savaşmak olan BOP’ un kuruluş öyküsü, 1973 yılına dek varırdı. Stratejiksel anlamda BOP; dünya haritasında, güneyden kuzeye dizili İsrail-Türkiye-İngiltere-Amerika ve ancak cehil yörelere pazarlanan tarikat ve cemaatler yoldaşlığının, “beşibirlik” bir gerdanlığıydı… Öylesine “Beşi bir arada” bir gerdanlık ki; siyanürlü cehalete yatırılan, fakir-fukara kurbanlıkların mazlum boynuna, terörün her türüyle besbeter faturalanan!.. 

 

Oralarda dinciliğe seccade sermelerin, Cuma konvoylarıyla görüntü vermelerin, mitomanik (yalan hastalıklı) endeksli olanca vaatlerin, nihai tahlilinde milletin vardığı yer; gün geçtikçe yoksulluğun diplerine sürgünü, hayat sinemasında aralıksız gişe yapan; başrolü “Maho Ağa” bir “Banker Bilo” filmi! 

 

Liyakatsiz siyasetin öngörüsüz diplomasi keyfiliğiyle, Arap Baharına taşeronluk yapanlar; keşke bilselerdi ki eğer varsa çıkarı Sam Amca’nın, ortağını iyi yağlardı. İyi pohpohlar, iyi pışpışlardı. Amacına diplomasiyle erecekse, güç kullanmayan ilginç dostluğu, işi bitene kadardı. Eyvah bizim olgusal olasılıklara offline (çevrimdışı), algısal reklamlara devamlı online (çevrimiçi), siyasiyat kaderimize eyvah! 

 

Önce Esad birden Esed sonrası; kostüm değiştirme paniği ve [4]“Şapı kaynatmakla olur mu şeker?..” kıvamıyla hemencecik dibimizde, Orta Çağ’ı koşturan Talabani bir teröristan… Onunsa dibinde ta 1993, Körfez Harbi’nin ilhamıyla temelleri teorize atılmış, terörize bir Kürdistan… Ve onun da hemen diplerinde, henüz itiraf edilmese de beşibirlik organize komutasında, “Vadedimiş topraklara” adım adım yaklaşan, Melhâme-i Kübrâ kıyamet savaşı (Armageddon) benzeri bir Yahudistan.

 

Filmin nihai toplamı mı?.. Arap Baharı BOP’ un; hem kendi hem de ileri uç karakolu İsrail’in tarihi selameti için Anadolu, Orta Doğu hatta ötelerine dayattığı, yıllar yılı çatışmalı ve kanlı bir yağmaistan!

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…


 

[1] Tezatlarla doğruyu bulgulama

[2] Delibozuk, öfkeli

[3] Yalancı, hileci, düzenbaz, şarlatan

[4] Kişilerin, kendi özlerini veya asli özelliklerini değiştirmiş gibi görünseler de asla değişmeyeceklerini öğretileyen bir atasözü

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593