“Ormanda yapayalniz dolasan küçücük bir kus. Alyosa.”
Bir aralar, vapurlarda çalismadigim zamanlardan birinde, ötücü kuslar yakalamaya baslamistim. Bu benim çok hosuma gidiyordu. Kuslardan baska kimseye bir kötülügüm dokunmadan basibos yasiyordum. Çok güzel aglar edinmistim. Ihtiyar kus avcilariyla yaptigim konusmalar, bana pek çok sey ögretmisti.
Kimi gün aksamdan yola düzülüyor, bazen sonbahar yagmuru altinda, bütün gece çamurlu yollarda yürüyordum. Yalniz basima, otuz kilometre uzaklikta, Volga kiyisinda Kastova ormanlarinda kus avina gidiyordum. Sirtimda musamba bir torba, torbanin içinde de aglar, kapancalar, ökseler, içinde çigirtkan olan kafesler olurdu. Sonbahar karanliginda yürürken, üsüyor ve korkuyordum. Hem de çok korkuyordum. Yanimda, ceviz agacindan, kalin bir sopa tasiyordum.
Safak vakti ormana varirdim. Kapancalarimi kurar, aglarimi gerer, yemlerimi takar, günün dogmasini bekleyerek ormanin kenarinda uzanirdim. Etrafimda her sey, derin bir sonbahar uykusuna dalmis gibi sessizdir. Boz renkli bir sis arasindan, dagin etegindeki genis çayirlar, hayal meyal seçiliyor, Volga onlari parçalamis, ama onlar irmagin ötesinde uzaniyor, küçülüyor, sisler arasinda kayboluyordu. Uzakta, çayirlar doguyor. Ormanin siyah tepelerinde isiklar tutusuyor ve insanin ruhunu etkileyen tuhaf bir kimildama basliyor: Sis, gittikçe artan bir hizla çayirlarin üstünden kalkiyor ve günesin ilk isinlariyla gümüs rengine boyaniyordu. Sisin altindan çalilar, agaçlar, kuru ot yiginlari bir bir ortaya çikiyordu. Çayirlar, günesin altinda sanki eriyor ve kirmizimtirak-altin rengine boyanarak dört bir yana akiyordu.
Iste günes, kiyidaki durgun suya dokundu. Sanki bütün irmak, günesin suya dokundugu bu noktaya kendini verdi, bu yana dogru akiyor… Durmadan yükselen günes, çiplak ve donmus topragi neseli neseli isitiyor ve kutsuyor. Toprak, sonbaharin kokusuyla kokuyor, berrak hava, topragi sonsuzluga dogru genisleterek, onu büyük gösteriyor. Her sey uzaklara dogru gidiyor ve sizi dünyanin mavi kenarlarina kadar gitmeye kiskirtiyor. Ben bu yerlerde belki onuncu kez günesin dogusunu seyrettim ve her seferinde karsimda yeni bir güzellik tasiyan yeni bir dünya dogdu.
Günesi özel bir askla seviyorum. Onun adi, adinin tatli ahengi, bu ahenkte sakli olan ses hosuma gidiyor. Gözlerimi kapayarak, yanagimi onun sicak isinina vermeyi, bir çitin yarigindan ya da dallarin arasindan bir kiliç gibi geçerken, onu avucumda yakalamayi seviyorum. Günes çayirlarin üzerinde yükselince, sevincimden, elimde olmayarak gülüyorum.
Çam ormani, yesil pençelerinden çiy damlalarini akitarak üstümde gürültü ediyor. Gölgede, agaçlarin altinda, egrelti otlarinin islemeli yapraklarinda sabah kiragisi, gümüsten kollarmis gibi parliyor.Sararmis otlar, yagmurla ezilmis, yere dogru egilmis sürgünler, hareketsiz.. Ama parlak bir isik onlara sürtününce, onlarda hafif bir titreme fark ediliyor. Belki de bu yasantinin son çabalamasidir.
Iste yine bir safak vakti, bir hendegin içinde, çalilarin arasindayim. Yorgun eylül günesi henüz doguyor. Beyaz isinlari bazen bulutlarin arasinda sönüyor, bazen gümüsten bir yelpaze halinde, saklandigim hendegin içinde üzerime vuruyor. Hendegin dip tarafi hala alaca karanlik…
Kuslar uyandi. Hendegin dibinde, çaliliklar arasinda saka kuslari civildiyor. Kül rengi yüksek otlarin arasinda baslarini görüyorum.
Ari kuslari, tüy yumaklari halinde daldan dala konuyor. Ates renkli flurcunlar, çam tepelerinde kozalaklari didiklemekle mesgul… Bir çam dalinin ucunda beyaz bir Apollon kusu uzun kuyrugunu sallayarak sallaniyor, bir inciyi andiran siyah gözü, kurdugum aga kusku ile yan yan bakiyor.
Daha bir dakika önce agirbasli bir düsünceye dalmis bulunan ormanin, adeta birden bire, yüzlerce kusun civiltisiyla, dünyanin en temiz canli varliginin çirpinisiyla doldugunu görüyoruz. Dünya güzelliginin babasi olan insan, avunmak için, kuslari örnek alarak hayalindeki perileri, hurileri, kanatli melekleri ve bu cinsten bütün bir melek alayini icat etmedi mi?.
Bir ispinoz sürüsü yabani musmula çaliligina kondu. Çalilik günes içinde. Ispinozlar adeta günesten sarhos bir haldeler, çilginca civildasiyorlar. Halleri, yaramaz okul ögrencilerine benziyor. Sicak ülkelere gitmekte gecikmis olan açgözlü, evcimen bir dogan, yabani bir gül dalina konmus, gagasiyla kanatlarinin tüylerini temizliyor ve kara gözlerinin bütün dikkatiyle avini gözlüyor.
Bir tarlakusu birden bire havalaniyor, bir yaban arisi yakaliyor ve onu dikkatle bir dikene geçiriyor. Sonra, küçük külrengi hileci basini dört bir yana çevirerek yeniden bekliyor. En çilginca düslerini besleyen ugur kusu sessizce uçup gidiyor. Ah! Onu bir yakalayabilsem! Sürüsünden ayrilmis bir sakrak kusu, bir kizilagacin üzerinde, general azametiyle oturuyor. Zaman zaman siyah gagasini sallayarak öfkeli öfkeli bagiriyor.
Uzaklarda Kastova ormanlari görülüyor. Oralarda bir cins serçe kuslariyla, bu isin meraklilarinca çok begenilen uzun kuyruklu, beyaz, güzel Apollon cinsi ari kuslari var. Merakli ari kuslari, gülünç bir biçimde yanaklarini sisirerek etrafimda telasli telasli uçuyorlar. Aceleci, zeki, yaramaz, her seyi görmek, her seyi gagalariyla yoklamak istiyor ve birbiri ardinca tuzaga düsüyorlar…
Kuslar, kurnazliklariyla beni güldürüyor. Mavi bir ari kusu, kurdugum kapancayi büyük bir dikkatle ve bütün ayrintilariyla inceledikten sonra, bunun kendisi için tasidigi tehlikeyi sezdi. Yandan dolasarak yemleri, kapancanin sopaciklari arasindan, tehlikesizce ve ustaca bir bir tasimaya basladi. Ari kuslari çok akilli , ama çok merakli hayvanlar.. Bu merak onlarin mahvina sebeb oluyor .Kendini begenmis sakrak kuslari biraz aptalca.. Sürü ile aga giriyorlar! Yakalaninca pek sasirmis görünüyorlar. Gözlerini kocaman açarak kalin gagalariyla, insanin parmagini gagaliyorlar. Bir tür ispinoz olan flurcun kusu, kapancaya sakin ve agir basli giriyor.
Öteki kuslara benzemeyen, sadece Rusya’ya özgü bir kus olan sittel kusu, uzun gagasini oynatarak ve kocaman kuyruguna dayanarak, uzun bir süre tuzagin önünde duruyor. Her zaman, arikuslarinin pesinde olarak, agaçkakanlar gibi, agaçlarin gövdelerinde dolasiyor. Bu külrengi küçücük kusta insani korkutan bir seyler var. Yapayalniz görünüyor, hiç kimse onu sevmiyor, o da kimseyi sevmiyor. Bu kusta da, saksaganda oldugu gibi, küçük ve parlak seyleri asirmak ve saklamak meraki var.
Yakaladigim kuslari yedek kafeslere, kafesleri de çuvallara dolduruyorum. Karanlikta uslu uslu oturuyorlar. Kuslari avlamaktan biraz üzülüyorum, kafeslere hapsetmekten utaniyorum. Onlari seyretmek daha hosuma gidiyor. Ama avcilik tutkusu, para kazanmak istegi, merhametimi boguyor.
Ögleye dogru avim bitiyor. Kirlardan ve ormanlardan yürüyerek eve dönüyorum. Aksamüstü, yorgun argin, acikmis olarak eve geliyorum. Ama bir günde adeta büyümüs, yeni yeni seyler ögrenmis, güçlenmis gibiyim. ..
Kus avciligina kendimi iyice kaptirmistim. Kuslarin yakalanirken ki çabaladiklarini gördükçe hallerine aciyorum. Ama ne yapalim ki, ben de tüccarca ve sert davranmak zorundayim. Bunun karli bir is olacagini tahmin ediyordum. Ben yakaliyordum, büyük annemde satiyordu. Büyük annem kuslari sattikça, insanlarin kuslara verdikleri yüksek rakamlara baktikça sasirip kaliyor. “Bir kadin bu paraya, sabahtan aksama çamasir yikiyor, tahta siliyor. Gel de isin içinden çik! Bu iyi bir sey degil! Sonra, kuslari kafeste tutmakta iyi degil! Alyosa, gel sen bu isten vaz geç.!..” diyordu.
Alyosa, Aleksey’in Rusça kisaltilmis, yumusatilmis, sevecenlestirilmis, çocukçalastirilmis haliydi. Dindar bir kadin olan büyük anne hem kuslara, hem de yalniz basina bütün gün soguk ormanda avlanan Aleksey’e aciyor, bir canliyi yakalayip, yuvasindan, arkadaslarindan ayirip, kafese kapatmanin Tanri’yi gücendirip-kizdiracagindan, baslarina bir sey geleceginden korkuyordu.
” Aleksey Maksim Gorki .


