Rahmetli Ahmet Vefik Alp dünyaca ünlü mimar ve şehir plancısıdır.
Benim kendisini Ünye ziyaretlerinde iki kez dinleme fırsatım oldu.
Birincisi, tarihini tam hatırlamıyorum 90’lı yılların başlarındaydı. Ünye’nin şehir planlaması üzerine konuştu.
Konuşmasında bir cümlesi çok dikkatimi çekti. Dedi ki ; “Şehri doğu ve batı yönünde sahil boyu ip gibi büyütme gibi bir yanlışınız var. Kuzeyiniz deniz olduğuna göre şehri ağırlıklı olarak güney yönündeki sekilere (kademeli yükselti) göre kurarsanız hem birbirinin görüntüsünü kesmeyen, denizi gören hem de estetik bir yapılaşma oluşur. İmar durumunu buna göre düşünün.”
Üstadın Ünye’deki ikinci konuşmasını ise 2007 yılında dinledim. O konuşmasında birinci konuşmasına değindi, şöyle dedi; “Maalesef Ünye yanlış mimari anlayışına devam ediyor. Varsa yoksa sahil boyu yapılaşıyor. Şehirler, orada yaşayanlara emanettir. Töremize göre emanet namustur. Mutlaka korunması gereken kutsal değerdir. Eğer şehre sahip çıkmak, korumak yerine ondan kendi keyfinize, çıkarınıza göre yararlanmaya kalkarsanız emanete hıyanet etmiş olursunuz.”
Bu sözlerinden benim hafızama şu cümlesi kazındı; “Şehirler, orada yaşayanlara emanettir.” Yeri geldiğinde kullanırım bu sözü.
Köşe yazılarımda bu zamana kadar hep bir ilkeden hareket ettim. Bir kaç istisna dışında sadece Ünye üzerine yazdım. Radyo programlarında da öyle, ağırlıklı olarak Ünye üzerine değerlendirmelerde bulundum.
Bu ilkeye uyuyorken birinci nedenim Ünyeli olmam. Eğer bu şehirde yaşıyorsam “bu şehir bana da emanet”.
İkincisi Ünyeli gazeteciyim. Yazılarımda, yorumlarımda öncelikli görevim Ünye’yi yazmak… Ünye’nin varına, yoğuna dikkat çekmek... Güzeli öne çıkarmak... Sorun ve eksiklere dikkat çekmek… Dert ve şikayetlere tercümanlık etmek olmalı.
İşte hep bu iki ilkeden hareket ettim.
Peki, karşılık buldu mu bu gayretim, bu çabam? Değdi mi harcadığım emeğe?
Doğrusunu isterseniz ben bu mesaimi karşılık bulması, emeğime değmesi hesabı üzerinden yapmadım. Bu şehirde yaşıyorum. Bu nedenle şehrime olan görevim gereği yazıyor, yorumlamalarda bulunuyorum.
Görünmeyene ışık tutup görünür kılmak… Yapılanı takdir etmek… Yapılmayana dikkat çekmek… Kendinin gördüğü ya da başkalarının kendisine ulaştırdığı sorunları dile getirmek… Bunlara ve benzeri her konuya tercümanlık etmek gazeteci olarak benim olmazsa olmaz görevimdir.
Yapabiliyor muyum bu görevimi?
1974’ten bu yana yarım asrı aşan gazetecilik görevim sırasında çok şükür “sıratı müstakim” üzere bu mesleği sürdürüyorum.
Bu zamana kadar hiç kimseden, hiçbir kurumdan; “Sen gazetecilik yapmıyor, gazetecilik adına şahsi ya da birilerinin menfaatine iş yapıyorsun.” gibi “yüz kızartıcı” eleştiri almadım.
Ama benim eleştirim var… Ünyeli hemşerilerimden bir avuç duyarlı olanları tenzih ediyorum. Ancak büyük çoğunluk eleştirim kapsamında…
Bu kadar yazıyor, dikkat çekiyor… Bu kadar sorunlara parmak basıyor… Tabiri caizse gözlere sokuyoruz ama kimsede “tık” yok.
Ha şunu özellikle belirteyim, bu “tık” çıkarmayanların asıl yaptığına bakın! Yolda yolakta önüme çıkıyor… Ya da telefon açıyor; “Gazetecisin niye bunu yazmıyor, niye şuna değinmiyorsun? diye “hesap soruyorlar.”
Hal bu ki dediği konuları yazmışım... Hem de kaç kez… Bunu söylüyorum kendisine, diyorum ki;
“Ben görevimi yaptım. Ya sen ne yaptın? Etrafına üç beş kişiyi alıp hangi kapıyı çaldın? Hangi sorunu ilgililerle görüştün?”
Örneğin, önceki gün birisi aradı. Son köşe yazımda değindiğim Büyükşehrin Cevizdere bölgesindeki çöp ayrıştırma tesisi ve kanalizasyon arıtma tesisinden yayılan kokuya dikkat çeken yazıma değindi; “Çok doğru yazmışsın. Aman devam et, sık sık yaz.” dedi.
Ben de kendisine dedim ki; “Benim görevim yazmak. Yıllardır yazıyorum. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Yazılana doğru diyorsunuz da gazeteyi elinize alıp sorunun çözümü için gidip hangi görüşmeyi yapıyor, sorunun çözümü için harekete geçilmesini istiyorsunuz?”
Verdiği cevaba bakın; “Benim oğlum memur. Biliyorsunuz çiseden nem kapılıyor. Başına bir iş gelir sonra.”
Dedim ki; “Benim de bir sürü yakınım memur, işçi. Çekinmiyorum. Bana emanet bildiğim şehrime karşı sorumluluğumu yerine getirmekten geri durmuyorum. Durmayacak yazacak, yorumlayacağım.”
İşte böyle…
Tekrar ediyorum; “Bir şehir orada yaşayanlara emanettir. Emanet ise; töremizde, inancımızda namus derecesinde kutsaldır.”
Kalın sağlıcakla…