RIDVAN AYDIN

Tarih: 16.10.2024 20:46

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM-BİRİNCİ BÖLÜM SONU

Facebook Twitter Linked-in

Sessiz sedasız motor durmaları; bazen arka öykülerine göklerin en sırnaşık, beterin en beteri yangın felaketini de saklarlardı. Bir yerlerden sinsi sinsi sapkınlaşan alazlar, o bir anda demir soylu gövdenin tamamına yılışır, sekiz sütun sürmanşet sarıp sarmalarlardı. Pilot atlamasına saniyelerle sınırlı, azın azı, çok az bir süre bırakırlardı. 

 

Velhasıl, zorlucaydı yaşamı bulutlar diyarının... Dayatmalar acımasız, göçükler amansızdı. Yazgınızın elinize tutuşturduğu yol haritasıyla tasarladıklarınızın farklı olabilirliği, gök yaşam koordinatlarının bir bilinmez kıyısında, her an olasıydı… Asrın gök atlastaki metal yaratıkları uçuk, ömür gibi uçucu olsa da uçuculuk, inkâr götürmez tutanaklarını gökler tarihine, yazanak yazanak bırakırdı… 

 

Harami kapitalizmin, yağmacı emperyalizmine abdestli, yerli ve milli saltanat dinozorları… Özellikle yobazite katsayısını, partizanca hortlatabilecekleri, muasır medeniyet kindarı, cahilistanlıklara yuvalanırlardı. 

 

Bu gün böyle, yarın şöyle… Dahası, nabza göre hem öyle hem böylenin, kıvrak yanardönerliğiyle “ekmek elden su gölden” liyakatsiz kadrolaşma işgaliyle mevki-makamlı asaleti, asilzade devletin, saygın asaletinden harcarlardı. 

 

Kurucu büyükler sonrası, katmer katmer irileşen dertlerin, katman katman derinleşen sefaletin emektar cellatları… Organize şakşakçılığın, o sadece el kaldır indir tezgâhlarında yıllandıkça, ülkeye hizmet yerine, çoğunlukla kendilerine yatırım vurgunları, siyaset tarihinin iyiye iyi, kötüye kötü diyen dürüstlük kayıtlarındaydı…

 

Kimsesizlerin şefkatli kimsesi, millet egemenliğinin olmazsa olmaz güvencesi… Cumhuriyet değerlerine kurguladıkları şeytani pusuların, türlü türlü paslı hançerleriyle fasılasız, kanamalı yaralar açarlardı. Hak hukuk adalete kurdukları darağacının yoksullar çarşısında… Bola döke-yağlı ballı bir ömrün; gayrimeşruyu meşru, haramı helal, anormali normal kılan kerametinden, sülale boyu nemalanırlardı…

 

Avlayıcı mikrofonların politik avlaklarına her çıktıklarında, “Allah’la aldatan” sözde dinli-imanlı… Kameralar karşısında, görkem-görkem vatan-millet-Sakaryalı… Algı operasyonlarının durmaksızın göz boyayan, bol keseden vaatperest rengârenk baloncuları… Kapalı kapılar ardında, küresel ağaların dokunulmaz velayetiyle siyasi maraba atanmış, proje eş başkanları… Millet kesesinden sürdürdükleri harami saltanatları; azman yanlışlarına yandaşlaştırdıkları… Ki yerlisini, ithal ettikleriyle daha etkin iltihapla aşıladıkları çıkar sürülerinin, partizan zehri cehaletine, vatanperverlik olarak yuttururlardı. 

 

Semavi tüm dinlerin en devasa günahkâr, gelişmiş tüm anayasalarınsa en ağır suç saydıkları, gerek partizan dinbaz… Gerek radikal ırkbaz… Gerekse etnik kimlikbaz… Üstüne üstlük, neredeyse cümlesi tam gaz yalanbaz siyaset cambazları… Beter üşüştükleri şehit kokulu toprakları, her yanıyla çağdaşlaşma fukarası, dünya kamuoyunda, ağır itibar yaralısı bırakırlardı. 

 

Ortaçağ harcıyla formatlayıp, ahlaksal ayarına rol modellik yaptıkları, toplumsal çürüme yetmezmiş gibi… Sam Amca’ya sömürge kıldıkları oraları; dünyevi cehenneme dönüştüren önlemsiz doğal afetlerin, bilinçsiz yapay felaketlerin, sadakatli sebebi olurlardı…

 

Hilebazca kurgulanan oyunbaz dayatmaları… Ünlü üstat La Fonten’den masallarla at koşturan, türlü türlü tilki düzenbazlıkları, gördükçe şeytan; öylesi diyarlardan yaman topuklar, hiç ardına bakmadan, panik atak kaçardı… 

 

Mühendislik hataları devamlı düzeltilip, daha daha mükemmeli üretilebilse de gök makinelerin, neticede beşer yapısıydı. Kaldı ki savaş uçaklarının test uçuşları, doğasında her an her şey olabilirliğin, olabildiğince pusuda beklediği, uçuk bir uçuş türüydü… 

 

Güvenlik testlerinden geçirilmek istenen olanca sistem ve parçaların, uçak üzerindeki görevlerini, normal seyrinde sürdürürken; o ilk denemelerinde, ansızın anormale ayaklanmaları ya da o ilk demlerinde, tümden elden çıkma hainlikleri, her an olasıydı... Yapay teknolojinin, apansız ayaklanmış ihanetiyle olanca sevecenliğini bir yana fırlatıp atan hayat, oralarda hoyrat saldırılara geçer, Azrail’e sinsi sinsi yaltaklığa başlardı!

 

“Duyuyor musun Göktuğ?”                                                                       

 

“Duyuyorum Yüzbaşım!”

 

“Yüksek irtifa motor çalıştırma işlemlerine başlayalım mı?”

 

“Anlaşıldı başlıyorum! 

 

 

 

       

      “45 saniye bekleyelim bakalım Göktuğ, belki aklı başına gelir tantanalı uçuğun!”

 

“Belki Hocam”

 

Ön ve arka kokpit’in olanca gözleri, olanca dikkatleriyle önlerindeki uçuş gösterge panelinin [5]EGT (ey-ci-ti) ve [6]RPM (ar-pi-em) göstergelerine kilitlenmişlerdi. Dilekler voltaj yapmış, nefesler kesilmişti… Yaralı bir umudun, beklentiye közlenmiş sabrına düşmüşlerdi. 

 

Delirmiş her göstergenin, kırmızıya çıldırmış her ikaz lambasının, mukayeseli iletişim verileri, birbirlerine düşmüş gibilerdi. Pek de… yok yok, hiç de sağlıklı görünmüyorlardı. Yaklaşık yüzde doksan dokuzu gerçek karakterlerin, gerçek yaşam öykülerinden, kendini bulutlar diyarında romanlaştıracak bir Azrail kasırgasının… Hüzzama bulalı bir adrenalin damıtmasını, sanki evrensel edebiyatın, kitap raflarına hazırlıyordu… 

 

Görünen o ki yarınsız bir dünyadan, yarasız olunmuyordu!.. İnsanda bir yanların, galiba bazen yıkık, bazı bazı dağlanmış kalması mı gerekiyordu!... Yoksa bu viran hali, biyotıpla henüz keşfedilmemiş bir direniş hormonu salgılıyor, hayata sıkı sıkıya tutunuş iştahını mı kabartıyordu! 

 

“45 saniye doldu Göktuğ, ateşleme yok! Gaz kolu rölantide kalsın! Diğer şalterleri normal durumlarına alalım! 

 

“Aldım hocam!” 

 

        “Koca bunağın dili, epey karnına akmış sanki… İnat katır [7]Şizo’nun, çalışmaya pek niyeti yok gibi!”

       “Öyle sanki be hocam, kısmet!..

Yoklama listesiz dolaşmayan sevgili Azrail’in, bir ya da birkaç kez yoklamadığı savaş pilotu, o güne dek gökler tarihinde hiç görülmemişti. Yaşam haklarını tehdit eden sayısız saldırılarla kıyasıya dalaştıkları günler, gök kışlada hayli bereketliydi. 

 

Yazgıdaşları her pilot gibi, Serhan da Göktuğ da hayatla birçok kez ölümüne, “Hava muharebesine” tutuşmuşlardı. Zira yurt sevdalarının can pazarları hepten ölümüneydi.

 

İlahi tabyaların canlarına sataşan o kasırgalarından, Ana’larından emdikleri süt, burunlarından gele gele de olsa, nihayetinde Azrail’den, geçici kurtuluş vizesi alabilmişlerdi. 

 

“Arka kokpitten, bir de ben deneyeyim motor çalıştırmayı Göktuğ!”

 

“Anlaşıldı hocam!”                                                     

 

Yzb. Serhan, şalter ve butonların insafına kalmış hayati işlemlerle olabilecekleri olmaya kurgulayacağı ellerine, usulca sükûnet yüklüyordu. Uçları ta uçuş okulundan adeta görme yetisi kazanmış uçuş eldivenli o anın, yirmi dokuz yıllık parmaklarıyla gök diyarın, şu komaya girmiş ambargolu uçuğuna başlayacağı suni teneffüsü, bilinçli bir ısrarla uygulamaya koyuldu...

 

Nefti kartal duyarsızdı, üstelik sağır... 

 

İnatla yineledi. Kayıtsız, ilgisizdi. Dahası bana neci!.. 

 

Yeniden yineledi… Bir haince suspustu, pusudaydı sanılır, kocamış metal aygır!..

 

Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

 

Vicdanımız hakkaniyetsiz, ahlakımız insaniyetsiz umulur ki olmasın!.. Yüreğimiz merhametsiz, yaşamımız nezaketsiz kalmasın!..

 

 


 

[1] İçe doğru

[2] Havada motor çalıştırma şalteri

[3] Motoru besleyen yakıt hattı, acil hat tarafına

[4] Emergency; acil durum

[5] Egzoz gaz sıcaklık göstergesi. 

[6] Motor türbininin dakikada dönüş hızı

[7] Şizofren 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —