…Öylesine uçucu öylesine kalımsız öylesine hayır etmez bir dünyası vardı ki uçuculuğun, uçak kaza kırımlarını, ayaküstü pilotaj hatasıyla geçiştirmek, edersiz vicdanların en kestirme yoluydu. Oysaki acımasız zamanın, fırsat vermeyen dar anlarına yakalanıp, teknik yarasını öte kıyıya beraberinde götürmüşleri çoktu gök koordinatların.
Olası bir kaza sonrası eğer hayattaysanız, üstünüze üstünüze saldıran sürü sürü baykuşlarınız, güruh güruh akbabalarınız; sizi insafsızca gagalayanlarınız, neredeyse idam sehpaları kuranlarınız bolca olurdu! Bilmişlik taslağında size yöneltilen saçma sapan sorularınız, araştırma-inceleme veya merak adı altında çıldırtışsal sorgulanmalarınız, kargaları bile güldüren suçsuz-günahsız yargılanmalarınız, üstünüze üstünüze koşuştururdu. Kısacası vicdanları yaralayan bir üslupla masumiyet karineniz, amansız-acımasız didiklenip dururdu. Bilinmez ki ulu Tanrı bazı kullarına, neden öylesine virüslü bir format atmış olurdu?
Cömert albenisiyle kurmasına kurmuştu evreni ama [1]eşrefi mahlûkatım dediği Âdemin çocukları, dünya gezegeninde, pek de rahat durmuyordu. Öyküsü olmayanlar, evrimsiz kaldıkları ilkel duygular hezeyanıyla öyküsü olanları kıyasıya tartaklıyordu. Oysaki anlayabilenler için öykülü biyografiler; insanlığın yol levhaları, hayatın rengârenk gök kuşakları, karanlıkları aydınlatma çağlayanlarıydı. Pahada öyküsü olmayanlarsa marazlı çıkarları kıblegâh yapar, çağdaşlaştırma bilgelerini algılamayacak kadar duyarsız, hazmedemeyecek kadar ayarsız, bulundukları diyarların yarınsızlığını omuzlarlardı! Hele de liyakatini liyakatsizlikten alıp cehalete dükkân açan iktidarlar; tutunabildikleri oraları halden hale savurur, dertten derde salarlardı…
Kapağı attıkları siyaset zırhıyla meşrulaşan gayrimeşrular, abrakadabracı yandaş ve yoldaşlarıyla hep beraber ortaklaşır, Beytülmal dolaylarına konuşlanırlardı. Hizmete adanmış, adammış gibi fonetik mikrofonların akustik kameralı partizanlık pazarlarında, ekran-ekran kuru vaat satışlarına sapılır, bunaltıcı yalanlar resmigeçidinin alt yazılarına dek sarkılırdı. Çözümün kahramanıymış gibi çenebazlaşan siyaset zurnacılığının şeytanlaşmış simsarları; kronikleştirdikleri çözümsüzlüklerin karmaşalar karargâhı, peşlerine taktıkları sistematik kötülüğün, öncül haramileri olarak tarihe kayıtlanırlardı.
Velhasıl mağara dönemini bırakıp, sözde uygarlaştıklarını iddia ediyorlardı ama insanlaşma yolculuğunda ham kalanlar, evrimleşme sürecinde hala sorunlulardı. Oraların sözde diplomalı, ünlü gözlük markalı siyaset tamtamcıları gibi, havacılığın da ya Amerikan Optikıl ya da Ray-Banlı bazı rüzgârcıları, aynı mayanın yan ürünleri olarak hiç boş durmazlardı.
Gök boşlukta apansız kopan hayat kasırgalarının; gerek masa başlarının kurmaycılık kurallarına gerekse yeryüzünün, olsa olsalı vargılarına pek uymadıklarını, bir türlü kestiremiyorlardı. Ki dahası o ıssızlıklarda yazarı hayat, mürekkebi yürek teri öykünüzün nihai tahlilinden, özel hayatınız da payına düşeni, ilginç rivayetlerle alırdı! Eğer evliyseniz o gün ya da o hafta, eşinizle kavgalı mıydınız? Ya da o aralar hiç alkol veya tıbbi ilaç kullandınız mı?
Aslı halk mektebi olan gariban kahvehanelerin, televole kültürlü kafalıları gibi çekiştirme seanslarına pasladılar mı öykünüzü, köpürtür de köpürtür, çamurladıkça çamurlarlardı. Olmadığınız mekânlarda, sürü sürü öykülemeler yeniden, hep yeniden kurgulanır, kimisi adınıza dinleti, bir kısmı da ardınıza anlatı takılırlardı. Olmamışlar olmuş, yapılmamışlar yapılmış, yaşanmamışlar illa ki tarafınızdan yaşanmış olurlardı!.. Sizi sizsiz yargılayan celseler, olmadığınız meclislerde sırtınızdan aldığınız paslı hançerler, sizi derin yaralar, beterce yorar, hoyratça hırpalardı...
Sonrasıysa uçuşunuzun durdurulmasına dek boyutlanırdı. Sağ olsunlar bu kez de Hava Fizyoloji Merkezlerinde bazıları, üşüştükleri yurt sevdanıza kayıtsız, yara almış meslek yaşamınıza sarımsız durmaktan eksik kalmazlardı. Tıbbın oralardaki olanca uzmanları başınıza yığılır, sil baştan sizi tahlile alır ve yeniden öküz altında buzağı aramalara koyulurlardı. Hayatınıza kopmuş fırtınalar içinde hiçlenen varlığınız, kimsesiz kalmış yokluğunuza karışırdı... Sözün özü, kendinizi kendinizle şüpheye salacak iklimlerin, kahreden boşluğuna itilmeniz yaman yarışılırdı.
Direniş eşiğiniz güçlü değilse eğer, umarsızca düşürürdü hayattan gardınızı!.. Yörüngeniz gün be gün tenhalaşır, terk edildiğiniz ıssızlıklarda, galaksiniz olurdu yalnızlığınız… Kafanız allak bullak, kendiniz olmaktan çıkardınız. Durup durup iç çekişli gurbetiniz olurdu, gök sıladan kopmalarınız... Bulutlar diyarsız kalmanıza saplanan hurda ihanetleri; müsterih vicdanınıza mıhlanmış, hıyanet madalyaları olarak taşırdınız!
Liyakatin partizan ittifaklı sayısal çoğunlukla katledildiği coğrafyaların yıkık kaderiydi. Takdir edilmesi gerekenlerin tektir, tektir edilmesi gerekenlerin takdir edildiği yörelerdi.
Adına sabır denen büyülü barınak, işte tam da o günlerin ihtiyaç duyduğunuz sağaltım sığınağıydı. Ta ki zaman; imkânsızı imkâna dönüştürmüş, hakkınızda kurgulanmış düzmeceler aksine, aslında bir kahraman olduğunuz gerçeğini, size teslim edene kadar!.. Ta ki dünyanıza güneş yeniden doğana, ta ki bahar yeniden bahar olana kadar...
Bazen hayat, kederden süzülmüş mutlulukların tortulaşan hüznüydü. Ya da hüzne bulalı umutların, mutluluk çisemesi…
Savaş pilotluğu; yeteneklisinin dahi açığını arayacak kadar fırsatçı, ustasına dahi avans vermeyecek kadar inatçıydı. “Beşer şaşar” olsa da hata yapma hakkından, mahrum koyan mesleklerin en kendisiydi. Alımlı büyüsüne sakladığı pilotaj ya da teknolojik kusurların bedelini, yitimine merhametsiz kaldığı hayatlara, acımasızca ödetirdi. Amansız ettiklerine bakılırsa, sanki Azrail efendinin anonim ortaklarından biriydi. Ki dahası, canlısına her an parmak sallayan Azrail efendinin, göklerdeki vazifeşinas neferiydi...
Ama olsun!.. Gerektiğinde hayat, spastik teknolojiden değil, yaşamaya arzulu canlısından yanaydı. En dar anların bile bir çıkış kapısı olduğunu, sıklıkla olmasa da boşuna mı sergileyip durmuştu! Boş kâğıt bırakarak, çekip gitmememiz gereken yoğun sınavımızdı hayat… Yanlışlar dershanemiz, hatalar öğretmenimiz, zamansa kucağında kefenleneceğimiz uhrevi ötemizdi! Yaşamı zengin kılan, hataların iyi bir öğrencisi olabilmekti… Keşkelerin kendimizi, pişmanlıklarınsa bizden bizi, nasıl da tadilata aldıklarını görebilmekti.
Daha hangi dershanelerin nasıl eğitimine, vefasız zamanın bilinmez ki daha kaç öğretisine, öğrenci olacaktık kim bilir?.. Demekti ki engelleri devleştirip, gerginliği tırmandırmanın gereği yoktu! Üstelik tüm artılar, birden bire eksilere kesse de zamanın dingin bağrında, olumluya [2]simyalaştıkları hiç mi görülmemişti?..
Çelişkisel yanılgı; hayat yolculuğunun, yoksa kodlanmış diyalektiği miydi? Bazen hiç ummadıklarımız değil miydi hayat anahtarımız veya olası açmazımız! Yoksa şifamız mıydı fazilet atığı olmazlarımız! Sahi, hiç hayrete düşürmedi mi bizi, bir şeylere önyargılı tavırlarımız? Belki de kaybımızdı, devre dışı bıraktığımız yasaklarımız! Ya da eksilen yanımızdı, yanlış sandığımız doğrularımız. Kısacası, hayat aşılarımız değil miydi hasarlı duygularımız, beklenmedik acılarımız, yaralı yanlarımız?.. Meğer nasıl tutunurduk hayata, eğer olmasaydılar çocukluk diyarının bağışıklık dermanı, o sıralı hastalıklarımız!..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” roman dosyasından devam edecek...
Çaresizlerin çaresi, yüceler yücesi Rabbimiz; siyanürlü partizanlık tufanında, her yanını haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk kuşatmış kimsesiz diyarları, tez zamanda otokrasi zulmünden kurtarsın! Düğmesiz bürünülen o kutsal cüppeyi; mevki, makam, paraya hatta güçlüye ilikleyen gerek din gerek hukuk tüccarlarına; dürüstlüğü, masumiyeti, adaleti muhtaç komasın!.. Yüklendiği olanca kötülükler; taşıdığı onca hırsız, hukuksuz, yolsuzluklara değil; hak-hukuk-adalete… İnsanlığa-iyiliğe-felsefeye… Bilim-kültür-sanata… Sağlık-huzur-barışa semazen bir dünya osun!..
[1] İnsan
[2] Başka metalleri altına dönüştürme hayali