…O zamanlar, beton yığınları yerine bahar bahçelerine açılan camlarımız; kapımızı, bacamızı, cebimizi, canımızı haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluktan koruyacak devlet baba savcılarımız… Üstünler hukukuyla değil, hukuk üstünlüğüyle “Türk Milleti Adına” hükme varan, hakkaniyet terazili yargıçlarımız… Tuttuğumuz avukat için bile avukat tutma ihtiyacı gerekmeyen, sözünün eri avukatlarımız epey çoklardı.
Yargıda hak aramak, yine uzun bir süreçti ama böylesine uçuk fiyat, böylesine lüks kalemi, böylesine güçlüye yar olmamıştı. Savunmayı yüksek ücrete faturalayan Barolar da siyasetle henüz kutuplaşmamış, pozitif hukukla örgütlenmekten daha ayrışmamışlardı. Kısacası hukuk, hiç bu kadar, böylesine pahalı olmamıştı…
Yobazite katsayılı partizan kötülüğün; özellikle ya kökten dinci ya radikal ırkçı ya da etnik kimlikçi yerli ve yabancı cellâtları; biz Atatürk milliyetçisi, biz cumhuriyet ülkücüsü, biz Kuvayımilliye askeri yurtseverlerin, darağaçlarını henüz kurmamışlardı…
Kuvvetler ayrılığını savunan iyi kötü parlamentolarımız… Partizanlaşmamış hükümet konaklarımız, yandaşlaşmamış kurum ve kuruluşlarımız… El değmemiş inançlarımız… Güçlüye yancı olmayı dince günah, insanlıkça suç sayan etik medyalarımız vardı.
Adaletten bahsedenlerin yüreksel adaletli… Hak-hukuktan dem vuranların vicdansal merhametli… Mikrofonlar âleminde ahlaktan, faziletten, erdemden ince girenlerin; kürsü yeminlerine sadakatli, uygulama pratiğine hakikatli oldukları yıllardı…
Yargıyı oksijensiz; ülkeyi kimsesiz; milleti aşsız, işsiz, ekmeksiz; toplumu demokrasisiz bırakanlar: Dürüst yurttaşlar başına henüz böylesine üşüşmemiş, ortalığa böylesine Atlantik düşeşi düşmemişlerdi.
Hele de iliksiz, düğmesiz saygın cübbelilerin hatta beyaz yaka kravat gömleklilerin, neredeyse hiç biri; ne dini inançlara ne hak-hukuk-adalete ne de insan gibi insan olma değerlerine, böylesine kan kaybettirmemişlerdi.
Özcesi o yıllarda abdestimiz yalancılık, mihrabımız talancılık, mezhebimiz partizancılık olmamıştı…
İktidar be iktidar eyvahlarda, ah-vahlarla solan umutlarımız… Adalet kurağı çoraklarımız… Şafak operasyonlu yurtsever canlarımız… Faille fiil arasında suç üretim kumpaslarımız… Yana yakıla evlatlarını arayan, ciğeri közlenmiş Analarımız henüz yoklardı...
Seher yellerinin hoparlörsüz Harputlu salâları, bazı bazı [1]Mezre’den de duyulurlardı. Köpeğe bile “Hoştunuz!” diyebilen, Diyar-ı Elazığ’ın nezaket iklimleri, başlarını alıp da henüz gitmemiş; zengin kültürlerimiz, her ne varsa bizleri biz yapan değerlerimiz, boynu bükük umarsızca terk etmemişti bizi.
Muhammedi de bizimdi; Musevi, İsevi de… Alevi de bizimdi; Şafii, Hambeli, Hanefi de… Rum, Ermeni, Yahudi de bizimdi; demokratik, laik ve çağdaş vesaire vesairin de…
İnsanlığın katmanlı yüreklerinden Vahan ustayı Yzb. R. Serhan: Elazığ halk kültürünün katmanlı kütüphanesi, değerli Lise arkadaşı Hüsamettin Kaya anlatısıyla dinlemişti…
Zaten bir kaç yıl sonra da yakın silah arkadaşlarıyla İzmir Ordu Evinde otururlarken, hayat yine sürprizini yapmıştı. Dillerdeki “Hoştunuz!” öyküsünün, hayattaki kahramanı hanımefendiyle rastlaşmışlardı. Toprağı bol olsundu bir zamanların ünlü terzisi, Elazığlı Vahan ustanın. Köprü Sokak’taki kadın terzihanesinde yaşanmış o gülmeceyi, yörenin gerçek karakterinden, rivayetsiz içeriğiyle dinlemişlerdi.
O yıllarda 8. Kolordu Komutanın, şık giyinen bir Atatürk kızıymış. Annesiyle birlikte döpiyes takım diktiriyorlarmış… Dükkânın açık kapısından davetsiz girmiş bir sokak köpeğine, hanımefendiler yanında Vahan usta kibarca, “Hoştunuz!” diye seslenmiş.
O vakitler Elazığlı Sarkis’lerimiz, yapı ustası Artin’lerimiz… Terzi Vahan Usta’larımız… Taşra edebiyat öncülerinden “Güvercinim Harput’ta Kaldı” figanıyla Perçençli Hampartzum Gelenyan’larımız (Hamasdeğ), koyu yalnızlıklara bizi salıp gitmemişlerdi daha.
Zamanın duvarları kerpiç, damları toprak, sivingleri (dam saçağı) doğal sallı köy evleri de henüz betonlaşmamışlardı. R. Serhan’ların önü söğüt ağacı kerpiç evleri, döneminin iki katlı binalarındandı. Cennetmekân Mahmut dayının, hoparlör yerine yüreğiyle okuduğu akşam ezanlarında, yabanın ekmek kavgalarından köye varırdı. Anasının yüksek dama serdiği yün yatağa, o sırtüstü yığıldığı anlar, çocukluğunun mutluluğa en yakın anlarıydı…
Gündüzden tutuşmuş nasırları, yavrucak ellerinde yanmaya başlayınca o damda, Ağustos gecelerinden gök kubbenin görsel şölenlerini, çocuksu bir bilgelikle az mı gözlemlemişti. Çocukluğunu döve döve erken büyüten hayata inat; “acımadı ki, acımadı ki!..” dercesine nasırlarını ovuşturması, uyku eşiklerinin soğuşturma terapileriydi.
Buyurduğu dünya sofrasında kimilerine kol kanat germesi, kimilerine azap ikram etmesi, ezelden yaraşan hakkaniyeti (!), ebede bağdaşan adaletiydi hayatın(!). Yaşam güzergâhının olanca nimetleri dünyadan, en ağır külfetleriyse hayattandı. Yediği “gazap üzümlerine!” “hayat sınavı” demek olası ki bundandı insanın.
Göklerin Ağustos gecelerini, evlerinin köy damına indiren bir romanın, ilkokullu okuruydu sanki R. Serhan… O meltemli gecelerin, ay ışığına sevdalı sessizliğini yırtarak gelip, yıldızlara karışarak giden uçaklar; peşlerinden izlerini doyumsuzca sürdürdüğü, yoksunluk oyuncaklarındandı yaz boyunca oynadığı.
Göğün derinlerinde sağ kanat ucunun yeşil, sol kanadın kırmızı çaktığını ta o günlerden bilirdi… Şafakla birlikte yeniden, hep yeniden yoluna koyulduğu yabanın, dünyaya açtığı her penceresinden, asaletli mavisine tutkundu bulutlar diyarının...
Mevsiminin gaddar kışlarını da yoklukların zulmü kadar, bağrına iyi ağırlayabilen yıllardı o yıllar. Yukarıçakmak köyünün yöresine eskimiş tek otobüsü, 8–10 köyün yolcusunu, şafakla beraber ala ala götürdüğü şehirden, ikindi vakitleri Ofluya pufluya dönerdi. Nurlar içinde yatsın, Sadık ve Fikri Ağaoğlu amcalar da henüz rahmete varmamışlardı. Sahibi oldukları beyaz burun kırmızı otobüsle okul çıkışları, Poyraz köyünün üst tarafında, R. Serhan’larla yolları çakışırdı.
Alacak yerleri kalmadığından, ilkokullu otostopçularını çoğunlukla görmezden gelen, o kırmızı otobüsün ağaları, henüz doğmamış öz yeğenleri Ülkü Hanımın; komşu köyün o kara kuru çocuğu R. Serhan’la evleneceğini, keşke o günden bilseler miydi?..
Zaten kader, kaç kere kaçın kaç ettiğini, bize söylemeyen “keşkeler” sürpriz hanesinin; yüklü hayıflanmalara gizlediği, kaçışsız bir kaçınılmazlık değil miydi?
İki köyü birbirine bağlayan şose yoldan, taydaşlarıyla birlikte günde on kilometre, üç yıl gidip geldiği İlkokulu bitirdiğinde, bulutlar diyarının çocukluk hayallerini dekore eden mesleği, yüreğinin sönümsüz bir ateşi oluvermiş çıkmıştı.
Bazen içimizdeki biz, bize hep bir şeyler söyler dururdu ama anlamlandırış tercümesini, payına düşeni hiç kaçırmayan zaman yapardı…
Bilinçaltına yuvalanmış pilot olma yazgısı, meğerse o yüksek damın yaz gecelerindeydi. Çocukluğuyla seyreylediği akıl almaz o gök âlemin, anlayabilenine çok şeyler anlatan, devingen tuvaline gizliydi!
Hele bir de o günlerde, pervaneli bir askeri uçak, ortasından şose geçen Poyraz’ın, hemen dibine inmesin mi?..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
Olanca vicdanların hak, hukuk, adalette buluştukları bir dünya umuduyla!..
[1] Bir zamanlar Elazığ’ın halk dilindeki adı.