RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (20)


…O zamanlar köy okullarında tüm sınıflar, aynı derslikteydi. Eğitim ordusunun milletlere hatta insanlığa gelecekler inşa edip ufuklar çizen, alın terli saygın neferlerinden, [1]Cip’li Mehmet Ekinci öğretmen, dersi hemen yarıda kesmişti. R. Serhan’ın da içlerinde bulunduğu tüm öğrencilerini, şefkat yüklü yüreğiyle toparlayıp, hayatlarında ilk kez, yeryüzünde görecekleri bir uçağı seyre götürmüştü. 

 

Değişik bir ilkbahar kokuyordu toprağı, o günkü bulutları beyaz giymiş [2]yabanın. Ne kadar çiçeği varsa şıkır şıkır, ne kadar börtü böceği varsa, fıkır fıkırdı [3]yazıların. Her bir yan güllük gülistanlık, [4]“Dudu dilli” umutlar, sanki kanatlarındaydı o gün kuşların…

 

Gecelerin ıssız uzaklarında o vakitler, ne çok yıldızı vardı [5]Kuzova göklerinin! Gülüşleri daha mı bir şen şakrak, daha mı bir kahkaha doluydu o iklimlerin! 

 

Göğün gümüş sinisi o vakitler, daha mı bir cömertti… Keyfinde âleminde, daha mı açık yürek, daha mı bereket bereketti? Parıltılı kucağıyla yer yuvara daha mı bir sevda yüklü, daha mı bir sevecen, daha mı gönüldendi! Bereketli mehtabına buyurduğu yaz akşamlarını, gezgin yalnızlığına ağırlarken, aşağı bahçelerden bir Baykuşun, bilinmez ki kiminle derdi neydi!.. 

 

Kim ne etti, neler oldu o devranın rüzgârı dağdan inen, yaban parfümlü gecelerine! Lacivert karanlığın, yalnızlık besteleyen Ağustos böceklerine!.. 

 

Seher yeli nasıl da ağır aksak yürürdü söğüt yapraklarında… Hele de ninnisel hışırtısı, senfonik sevdasıyla günün şafağına düştüğü vakitlerde!.. Yoluna koyulunca yaban ıssızlığının, muhabbet fısıltıları ekmek kavgalarına, nasıl da karışırdı doğanın! 

 

Para her şey değildi o vakitler. Her bir yanda insanlık, her taraf esenlikti. Her bir yan gülistanlık, külliyen iyilik güzellikti. 

 

Mavi yazma, beyaz tülbent kadınlar, düğünleri [6]sivinglerden izlerdi. Gönüllerden toz kaldırır, kanatlanır halaylar! Bahçelerde bağlarda, harmanlarda nağme nağme dillenirdi maniler, el ezberler, hoyratlar… 

 

Meğerse çocukluk ülkesinin ne büyülü tılsımı, ne özden iklimiymiş günbegün özenilen, hasretle özlenilen. Nasıl da rengârenk rüyalar diyarıymış, yaş aldıkça cazibesi alttan alan gençliğin, heyheyliği her geçen gün yenilen!.. 

 

Zamanı rahat mı duruyordu iki sözcük[7] arası, sıradaki diye diye gişe yapan dünyanın!.. Tozlarına buladığı her şeyi, bir bitime paketlemesi hiç aksıyor muydu, bilinmez ki hangi galaksiye adresli bir diyarın?..

 

Peki, o özgürlüğün koca abisi, kara kartalına ne oldu acaba köylerinin! Omzunda paltosuyla her keşfe çıktığında göğün yükseklerini, hani o ağır ağır kendini kuran!.. Oralardan dingin dingin seyreylerken âlemi, dünya denen “Bir varmış bir yokmuş” da, Divan-ı İlahi’yi sanki tavaf’a duran… 

 

Kıblesine gönüldeş her varlığın, döner dururluğuyla Hakk’ın birliğine tanıklık eyler gibi!.. Ney’le [8]Naat-ı Şerifte, kendi közünde pişen, [9]tennureli semazen gibi!.. 

 

Karasabanla çift sürmekten, gökyüzünde uçak sürmelere vardığında gördü ki R. Serhan; yaz gecelerinden seyrine koyulduğu gök atlas, meğer bağrında havacılık haritaları da barındırıyormuş. 

 

Meğer çok uzaklara yolcu metal kuşların, köylerinin üstünden akışıp gittikleri, “UG–8” adlı bir “Uzak Doğu” yoluymuş. Çocukluğunun yürek yüzölçümüyle R.Serhan, meğer aşağılardan göklerdeki kaderini izliyormuş. 

 

Sabi iradesinin, meslek seçimi için verdiği kararına yazgılaşmış bu yoldan, yıllar sonra meğerse ne çok gidip gelmeler olacakmış! Yüksek göklerinden her geçişinde, aşağılarda yüksek damın R. Serhan’ını, Kuzova’nın puslu anılar diyarında, nasıl da tarla tarla nasıl da bahçe bahçe nasıl da evlek evlek aramak varmış!.. 

 

Yamalı anıların özlem yırtıklarıyla çocukluk ülkesine her varışımız; geçmişten göçüklerin alev alev iç çekişlerine karışmaz mıydı? Gönlümüze sağanağını alıp gelen bulutlar; öbek öbek devinen hasretleri, çise çise yağmaya durmaz mıydı?.. 

 

Hayat sınanmıyordu. Provası da yoktu!.. Tek çekim, tek oyundu… 

 

Ellerimizden kayıp gidenlerin bizden uzaklaştıkça kıymetlenmesi, olası ki pişmanlık belgemizdi. Hasret yıkığı yüreğimizin, anılara yürümüş eyvahları, gönlümüze konuşlu bir mezarlığın hüzün yanıklarıydı. Bizim olanlara, bizimle olanlara, bazı bazı değerbilmezliğimiz; yoksa biz insan türünün çiğ süt emmişliğinden mi geliyordu!.. 

 

Mekân; zamanın zamanla değişime uğrayan dekoruydu!.. Hayatın kucağındaki her varlık gibi, zamana yenik düşmenin yazgısını beraberinde taşıyordu! 

 

İnsanlığın tedavisiz belası açgözlülük, çoğunlukla paranın illetiyle mekâna ihaneti zamana bırakmazdı. Doyumsuzca göz koyduğu her neyse, acımasız vahşetinin harami paletleri altına erken alırdı. 

 

Çıkar için tarihin, coğrafyanın, doğa’nın hatta kurumların, şehirlerin, mekânların; doğal kimlikleriyle oynama, hafızalarını hırpalama ilkelliği; say say bitmez ihanet türlerinin, hangi birine girmezdi ki? 

 

Oysaki anılar, mekânlarıyla tamdı. Yıkıldı mı [10]duldaları, bir yanları yarım, öyküleri eksik kalırdı. Kim derdi ki hayat depremlerinin, toz duman enkazında kalacak güzelim yıllarımız! Kim derdi ki yara bere içindeki baraklara-bozlaklara, ağıtlara-hoyratlara; boynu bükük solacak anılarımız! 

 

Bir dünya ki hepimiz hepimize kalımsız!.. Ya geride bırakan ya da bırakılanız!.. 

 

Hele bugün: Ana Üsse varmayı şu ambargo ihanetiyle süzülürken, bir yanardağ feryadı mı kalacak Sema’ya açtığımız yürek avuçlarımız? Yoksa bir şehitlik sessizliğine mi karışacak, Tanrı’ya varamamış dualarımız?..

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek

 

Devlet makamlarında bireysel israfın haram; haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluğun ağır suç ve günah olduğuna iman edinmişlerin, ola ki bir gün iktidar olabilecekleri bir Türkiye umuduyla…

 

[1] Elazığ’da bir köy

[2] Yerleşim bölgeleri dışı, insan bulunmayan ıssız yer.

[3] Kırsal alan

[4] Çok tatlı dilli konuşan (kadın)

[5] Elâzığ’da bir ova

[6] Kerpiç evlerde dam saçağı

[7] Doğumla ölüm

[8] İbadetsel övgü

[9] Mevlevi giysisi

[10] Korunak 

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593