…Doğum; hayatı anons ediyordu. Nerede, nasıl, kimlerin kucağına ilk çığlığı atmalara, neresinde gitmelere tercih hakkı vermeyen, sınıfsal bir ayrıştırıcıydı.
Acıtan tüm ayrılıklar benzeri, olmayası o ölüm ki hayat tutulmasıydı. Hayatı verenin, toprakla eşitleme seansı!..
Dirimli evrenin gökleri de ölümlü dünyası gibiydi. Oralarda da alır başını giderdi çalımcı zaman… Ardından öylece baka kalırdınız. Yaman büyüler, kandırır sizi, anlamaz, anlamlandıramazdınız!
Hayat denen tılsımlı yolculuğun, usul usul ölmek, sayısal aldığınız her nefesin bitmek olduğunu, hele de oralarda anlamlandıramaz, hiç ama hiç farkına varamazdınız!
Bir düşünün bakalım! İki tarih arası, kime oyuncaktınız!.. Nerden gelip nereye; nedendir şu uğrayışınız? Sahi niyeydi toprakla hesabınız? O her sağanak geçişi, kokusuyla ayılıp bayılmanız!..
Durmaksızın bir şeyler anlatır durur ya dünya (!) dinler anlamazsınız!.. Usta bir masalcıdır, vardığında diline, sizin de masalınız!..
Her niçinse, sahneledikleri vefasızlığı kulis edinmiş, zaman-hayat-dünya üçlüsü; paylarına düşeni alma sonrası, ancak arta kalanınızı bıraktıkları yere kadardınız...
Her gelişin bir gidiş olduğunu, bir gün size de söylerdi mezar taşınız! Ha bu gün ha yarın, bir bakmışsınız!..
Bir alem ki yaşanmışlar; nasıl da kendini bitiriyor, ya da ne çabuk çekip gitmeleri beceriyordu!..
Vefasız bir yerine zamanın, öyküler nasıl da eskiyor, sesiz sedasız nasıl da aşınıp toprağa karışıyordu.
Hele nasıl da “Bir varmış bir yokmuş” oluyordu!..
Kimi bir şehitlikten, kimi bir mezarlıktan, kimisi de yürek kabristanlıklarından, bir hiçliğin geçmiş zamanlarına karışıyordu…
Ardına bıraktıklarının hatırasına matem, göğe açılan avuçlarına yakarış kalıyordu…
Dünya dünya diye, dört elle sarıldığımız koca bir yalanın; çoğunlukla her birimiz acızede, sevgizede ya da sevdazedeleri değil de neydik, anlattığı masalın hayatzedeliğinde keder keder dağlanan?
Ettikleriyle hayat bazen patavatsız, bazen acımasız… Bazı bazı vurdumduymaz, aldırmasız oluyordu…
Her nedense kime ne ettikleri; her niçinse neler neler çektirdikleri; her ne varsa en ağır günahlar hanesinde ağlak bezdirileri; anlaşılmaz bir algoritmanın, akıl almaz paradoksuyla yanına hep kâr kalıyordu…
Velhasıl doğa gibi bonkör değildi hayat. Yamuk eksen yanardöner Obez dünya, hatta hatta üzerinin koşturarak öldüren “amok koşucusu” zaman gibiydi!.. Nakitti… Çıkarcıydı… Hadsizdi…
Alışveriş dengesi densiz, ettikleri denklemsizdi!.. Aldığından fazlasını vermeyecek kadar cimri, verdiğinden çok aldıklarıyla ünlü bir açgözlüydü!
O sebeple kayda değer yanınız kadardı hayat! Uçsuz bucaksız olmaları seviyordu. Sevgileri kirletmeden… Ak pak yüzölçümüne kirlenmeden, uçsuz bucaksız olmaları!..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
****************
Gök Diyardan bir delinin akıl almaz düşleri…
Siyaset kürsülerinde hormonal oylarla palazlanan, tüm siyaset şerleri ve ehveni şerlerin; bireysel dava ve çıkarlarını, millet ve ülke çıkarlarının önüne artık koyamayacakları…
Müzmin çıkar kurnazı zenginleşme yolculuğuyla siyaset agoralarının kameraları önünde, sükseli rüzgâr yaparak bundan böyle kimseleri, kesinlikle ama kesinlikle kandıramayacakları…
Siyaset üstü öne çıkma şeytanlığıyla mağduriyet üzerine siyaset kurma kurnazlıklarının, seçim sandıklarında artık prim yapamayacakları…
Ki sonrası hayıflanma ah vahlarının, kronik pişmanlık eyvahlarının; Atatürksüz kalmış ülkede, hiç değilse bundan böyle, özellikle tuzu kuru olmayan yurttaşlarca, artık yaşanmayacakları…
Emperyalizme taşeron yerli ve global piyonların, asla Gazi Meclis’ten artık çıkmayacakları…
Evrensel asaleti tüm dünyaya, kurucu Ata’larıyla tescillenmiş demokratik, laik, Türkiye Cumhuriyetine; yağmacılıkla zenginleşme imparatorlarının, artık ama artık küresel proje olamayacakları, cennet bir Türkiye olsun!..
Dünya dualarımız, hakkaniyet vicdanımız, insaniyet pusulamız; umulur ki her daim aklımızda bul