…Altimetre ibreleri aşağılara doğru çıldırasıya koştururken; Yzb. Serhan, hayatın esrarengiz seyrine koyulmuştu. Yoksa olanlar, olacakları mı kendi öyküsüne hazırlıyordu? Zira süzülüşteki kaçık, kafasına ne koymuşsa kararlı görünüyordu?
Azrail’le ölümün, hayata karşı kodlanmış tutumu, yaratılıştan beri biliniyordu. Fakat altlarındaki şu metal tantanaya da ne oluyordu! Gizli ortaklığın anlaşma metnine, sanki o da imzasını koymuştu. Eğer yarınki gazetelere düşerlerse, yazılanlar kim bilir nasıl bir senaryonun kurgusuydu.
Kaza kırım nedeni, Amerikan ambargosu denmese bile aslında bu; her fırsatta çok iyi yönetiyor görüntüsü veren siyaset ağalarının, Atatürk sonrasına sırnaşmış, devasa ihmallerini vurguluyordu.
Zaten küresel güçlere uydu olmuş diyarlarda kamunun, doğru haber kaynakları ve hakkı, siyasi egemenlerce hep darbeliydi. Halktan yana gerçekleri dillendirmesi gereken yazılı ve görsel medya; bazen askeri paletlerin, çoğunlukla da sinsi sivil darbelerin, oraları karartan sansürüne müsaadeliydi.
Kaldı ki ambargo döneminde savaş pilotlarının, arıza sicil defterindeki parça bekler hanesini imzalayıp imzalayıp, göklere gittiklerinden medya zaten habersizdi.
Görev öncesi pilotlardan alınan her imza; can kaybıyla sonuçlanacak olası bir kaza kırımda, pilot yakınlarının, yasada belirlenmiş komik meblağ dışında, tazminat isteme haklarına, daha o andan itibaren mahkeme kapılarını kapatıyordu…
Celladına sevdalı marazi cehaletin, küresel güçlere taşeronlaşmış siyasal aktörleri; yuvalandıkları coğrafyaları harabeye çevirirlerdi. Milli ve manevi değerlerin, tam da oralarda yarıştırılma endüstrisi, cehaletin cehalete, cehalet pazarlama iblisliğiydi.
Hakikatte cehalet; asla ve asla, akademik diplomasızlık demek değildi. Cehalet: Çıkarcı kurnazlıklarla haklı, haksız ayırmayan bağnazlığın; helal haram demeyen vicdanların; kendinden başkasını düşünmeyen ahlakın; bireysel çıkarlarla milli veya manevi inançları kullanış fanatizmiydi.
Ve insanlık âleminin dürüstlükte samimiyet; hukukta adalet; vicdanda merhamet sınavlarından, kesintisiz sınıfta kalma sürekliliğiydi… Oralarda cehalet; tümörleşmiş iltihaplı siyasetin, her yol mubahçı holiganlarıyla yoldaşlık diretmesi, yandaşlık ayıbında körkütük inat edilmesiydi.
Saltanatlı getirimler uğruna, cehaleti kusurlu pervasızlığa örgütleyen siyaset simsarları; ahlaksal çöküntünün, toplumsal çürüyüşün, yargısal çöküşün yegâne felaketiydi. Oysaki tüm dinler insanlığa adaleti, hakkaniyeti, vicdanı, merhameti öğütler; temel hak ve özgürlüklere, mutlak saygıyı öncellerdi. İşi ehline verme liyakatiyle yönetilip yönetmeyi, “senin dinin sana, benimki bana” laikliğinin, evrensel, demokratik özgürlüğünü benimserdi.
Üstelik hiçbir peygamber veya hakiki din lideri; mezhep, kimlik ya da ırkla ayrıştırıp, yalan yalan üstüne istifleyerek, millet sırtından saltanat eylemezdi. Toplumları, illaki cehaletten kurtarmaya, evrensel ahlak değerleriyle insanlaştırmaya adadıkları ömürleri, yokluk ve yoksulluğun, bir lokma bir hırkasıyla geçerdi.
Ruhunu, aklını, benliğini bir parti, bir cemaat veya bir tarikata, sorgusuz sualsiz teslim eden cehalet kodlarının, yanlışa müridleşme hastalığı; ancak ve ancak köklü bir laik eğitimin, ödünsüz çağdaşlığıyla tedavi edilebilirdi. Aksi halde, İngiliz güdümüyle afyonlanmış, Kuvayı İnzibatiye çeteciliğinin irticai terörü, yeniden yinelenip, bir yeniden cehalet steplerine hortlayabilirdi.
Dünyevi hayatın, beni yaz diyen sarsıcı metinleri, zamanda yolculuğun hassas terazisiyle, tarihe not düşer gibiydi… Aşağılarda, Kuvayı Milliye’nin şahdamarı Anadolu, gene acılar içindeydi. Gene boynu büküktü, üstelik çaresizdi. Atatürksüz kalmışlığı, her halinden belliydi. Bu kez dışarıdan değil, aldığı yaralar içerdendi.
Serhan’la Göktuğ’un, göklerde tutunmaya çalıştıkları hayat da aşağıların yurttaşlar kaderinden farksızdı.
Siyaset simsarlarınca Anadolu’nun Atatürksüz bağrına saplanarak, ülke yurttaşlarına yaka silktiren paslı yokluklar, Serhan’la Göktuğ’u da göklerde yakalamıştı. Atatürksüzlük, göklerin de her bir yanını hoyratça tartaklıyor, oraları da bir beterce hırpalıyordu. Oralarda da geleceğe giden yollar belirsiz, varılanlar tekinsizdi.
Duygularınızla düşünceleriniz oralarda da bir türlü denkleşmiyor, içe vuruların dönüştükleri dışavurumlar, netlik yoksunuydu. Umut kıpırdayışları, düş kırıklıklarını ağırlıyordu. Yüzbaşı Serhan’a da Üsteğmen Göktuğ’a da oralarda olacakları kestirmek mümkün değildi.
Çağ cahili haritalarda belirgin olan tek şey; devlete hükümet eyleyen ve eylemişlerin çoğu, Sam Amcalarının uzak diyarlardaki, ‘al gülüm ver gülüm’ ihanetinden akçeli neferleriydi. Her alanda yurttaşına hayatı dar ediş halleri; gelecekleri tepeleyiş becerileri; her gelenin, Sam Amcalarına düğme ilikleyiş sadakatleri; Guinness rekorlar kitabına, alkışı da takdiri de hak ettirir türdendi.
Amerikan bağımlısı coğrafyalarda, siyaset cambazlarınca kurcalanmış her kurum, hırpalanmış her yaşam, oyalanmış her hayat; kimsesiz yurttaşına hangi dönem, ne vakit iyi niyetliydi ki! Ambargolu göklerden aldığı yarasıyla, on bin fitlere varmış her savaş pilotunun da elindeki öykü, benzer olasılıklar örgüsüydü.
Albenisi bereketli coğrafyasıyla hayat; kurbanları peşine ısrarla düşmüş ölümle, ta ezelden anlaşmalı gibiydi. Kendisine güvenle sarılmış hayranlarını, on beşle-on bin fitler arası, ortada bırakarak adeta gizlenirdi. Ölümle, hayranları arasında, sırf kendisi için tutuşulan tempolu düellonun bir yerlerinden hayat, finali beklerdi.
Sonrasında bakmışsınız, sevgili Azrail belirirdi. “Alıp sizi kucağıma getirsin diye, hayata ben sipariş vermiştim ey göçeriler!..” der gibi, karşınıza dikiliverirdi. Ya orada infaza girişir ya da “Hadi bugün de bendensiniz sefil faniler!.. Gidin de şu, “on parmağında on marifet” hayata, biraz daha sarılın bakalım” derdi...
Anısal arşivlere dosyalanmış hayatın 29 yıllık özeti, Yzb. Serhan’ın bellek sayfalarını hızla tarıyordu… Puslu uzakların soğuk sisleri arasından, vicdanlara yansıyan gezegen acıları, bulutlar diyarında da hüzne bulutlanıyordu…
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…


