RIDVAN AYDIN

Tarih: 30.10.2024 17:22

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (İkinci bölüm devamı)

Facebook Twitter Linked-in

Başa gelende kararsızlık veya olanı zorlamak, olacağı da riske sokmaktı. Geçici daralmalar, terse düşmeler, belki de hayat sınamasıydı. Kaldı ki gök kafesin derin katmanlarında, sinsice susmuş bir gök makinenin, ne ilki ne de sonuncusuydu. 

 

Üstelik başlangıç paragrafları kötü niyetli gök öykülerin… Zulmettikleri kahramanlarını, öte boyuta taşıma ihtimali olsa da… Birçokları mutlu sonla bitebilendi. Bitiş paragraflarına sürpriz sevinçler, kıvançlı kutlayışlar sunabilendi...

 

O an, anısal arşivler karıştıran anların iri yalnızlıkları, Harran-Diyarbakır “Acil İniş” patenindeki kapsama alanlarını, düşünsel met-cezirlere ayırmışlardı. 

 

Evrensel barış için savaş göklerine romanlaşırken, zaman zaman yeryüzüne de inen; yurt sevdası, yürek teri yaşanmış öykülerin, insanlığı vicdanıyla hesaba oturtmanın, duyarlı davetiye gönderimleri başlamıştı… 

 

Var olalıdan beri felsefe, kültür, sanatla birlikte, insana dair olanı da bir hayli dert edinmiş adalet soylu edebiyatın; olmamışı değil olmuşları… Yaşanmamışı değil yaşanmışları… Ya da yaşanılır olasıları, insani bir sorumlulukla sorgulama celseleri… Marazi çıkarlarla vicdanı felç yemiş dünyalılara… Dosya dosya ayaklanmıştı… 

 

Hiçbir siyasi, dini ya da etnik ekolün yancısı olmadan; hakkı, hakka, hakça tartan bir mesafede… İnsanı insana insanca anlatan, “toplumsal gerçekçi edebiyatın”… Söylemesem olmaz dürüstlüğüyle dünyanın nasırlaşmamış tüm vicdanlarına seslendiği davası, evrensel yürekler haritasıydı…

 

Yandaşlıkla kaşelenip, kısa yoldan köşelenme aracı olarak mezhepleşen partizanlıklarda; olmuş ve olanların, kurumlaşan yalanlarla değil, göklerden insanlığa adeta kadraj kadraj, olduğu gibi aktarılmasıydı… 

 

Atatürk sonrasının, çağ engelli bırakılmış cumhuriyet göklerinde şu olmuşlarımız, keşke hiç olmamış olsaydı diye düşündü Yzb. Serhan. Gerçi yer kürede olmuşlar ve olanlar (!) sanki göklerden farklı mıydı?.. 

 

Partizan dincilik de partizan milliyetçilik de etnik kimlikçilik de şehitler ve gaziler diyarını, her alanda halden hale düşürmüş, oldukça perişan eylemişti… 

 

İri iri vaatlerle her gelen iktidarın, öncekinden devraldığı sorunlardan, bir sonraki iktidara, misliyle devrettiği sorunların hep aynı olmasından, hırpalanan ülke de işsiz-aşsız-ekmeksiz, yurtsever dürüst yurttaşlar da hayli yorgun düşürülmüştü.

 

Partizan dincilik yerine en saygın “dindarlık” ise özüyle sözü, söylemiyle eylemi asla yalan olmayan… Yolsuzluk, hırsızlık, haksızlık-hukuksuzluk yapmayan… Laik Cumhuriyetin muasır medeniyet yolculuğuna, saklı düşman durmayan… Yaradan’ın Rabbil Müslimin değil Rabbil Âlemin olduğunu, evrensel yüreğiyle algılayabilme kapasitesiydi. Ve etnik kimlikçilik de insanlık celladı Hitler ve devasa yalanlarla propaganda üretiminin iletişim bakanı Joseph Goebbels’in, gerçekleşmemiş kanlı düşleriydi.

 

Dünya’nın, gelmiş geçmiş en profesyonel devlet adamı, siyasetçi ve siyaset bilimcileri… En değme şair, yazar, sanatçı ve felsefecileri… Özcesi insanlığa bilgece yol gösterenleri… En büyük Milliyetçiliğin Atatürk Milliyetçiliği en büyük Ülkücülüğünse Cumhuriyet Ülkücülüğü olduğunu, hayranlıkla görebilmişlerdi… 

 

Bu devrimsel çığırlar açmış ilklerin, uygar ilkelerini de siyasi, askeri, iktisadi, velhasıl tüm bilimsel ölçüt ve Atatürk’teki, insanı insanca saran değerlere dayanarak, gerek yazınsal gerek sözsel gerekse görsel içtenliklerle dillendirmişlerdi. 

 

Ki bu da iç ve dış odakların, işgalci iştahlarını kabartma; Atatürk sonrasının, Atatürk Türkiye’sine, haramice göz koyma sebebiydi. 

 

Ana sermayesi zifir cehalet olan, [1]Oklokrasi veya diğer adıyla Mobokrasinin, küresel destekli mürtecileri; ele geçirdikleri coğrafyaları, adeta [2]Dârülharp ilan eder, Hain Emevi Müslümanlığının [3]“Harre vakası” gibi her bir yanını, hoyratça yağmalamayı iman edinirlerdi. 

 

Özellikle günümüz Ortaçağ iktidarların, saltanatlarının devamı için her türlü kullanıma her an hazır cephanesi cehalet; oraların adaletsiz, eğitimsiz, okumasız ve duyarsız bırakılıp, sürekli üretilen afetiydi… 

 

Öylesine yıkıcı öylesine yakıcı öylesine yok edici bir mühimmattı ki cehalet… İlletli çıkarcılığın… Kendinden başkasını düşünmeyen ahlakın… Ekranlarda masum ve mazlum hikâyeler yazan kumpasçılığın... Milli veya manevi inançları, maddi saltanatlara kurnazca harcamanın fanatizmiydi. 

 

Katmanlaştıkça katranlaşan cehalet; insanlık âleminin dürüstlükte samimiyet; hukukta adalet; vicdandaysa merhamet sınavlarından, kesintisiz sınıfta kalma sürekliliğiydi… Tümörleşmiş kronik siyasetin, her yol mubah, zenginleşme holiganlarıyla yol yürüme abdesti, körkütük yandaşlaşmanın ağır suç ve günahlar ortaklığında, ısrarla inat edilmesiydi.

 

Ve ezcümle cehalet; ahlaksal çöküşün, toplumsal çürüyüşün ve hukuksal adalet ölüşünün, yegâne felaketiydi…

 

Cehaletle uyuşturulmuş oraların canları, kanları üstüne kurulan, saltanatlı siyaset hurdalıklarında, terörle değil teröristle mücadele; ithaliyle de mezhepleştirilen cehalet sürülerine, terörle mücadeleymiş gibi yedirirlirdi. 

 

O yüzden ki tüm insanlığın ve kimsesiz fukaralığın kan emici baş belası; küresel güçler ve işbirlikçi siyaset tetikçilerinin ise balı kaymağı terör, niye bitsindi!..

 

Sınır güvenliği kasıtlı olarak kevgire dönüştürülüp, hangi örgütten olduğu belirsiz cehalet ithalinin, yerli cehalet rezervlerine akıştığı diyarlarda, terörle mücadeleye, partizancı holiganizmin [4]amenna ve saddaknacı, cehalet sürülerinden başka kim inanabilirdi. 

 

Ya mecliste verilen onca hırsızlık, yolsuzluk, vurgunculuk ki dahası, terörle mücadele ve araştırma önergelerinin, sık sık reddine ne denmeliydi!..

 

Terör, sadece silahla mı öldürülmekti? Yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluğun, rekorlar üstüne rekorlar kırdığı coğrafyalarda, ahbap çavuş ilişkili üretilen siyasal yasalar; özellikle ülke ve masum yurttaşların, can ve mal güvenliğine kast eden silahlar değil de neydi! Oraların partizan politikalar çıkarcılığıyla inşa edilen bilinçli adaletsizliği, terörün her türünü, kendi batağınds üretmez miydi? 

 

Oralara kanserleşen eğitim, ekonomi, sağlık, güvenlik, ayrımcılık terörüne, pembe tablolar çizen, oraların kiralanmış trol ve troliçe ordusu hatta hatta yandaş medya terörü, dağların fukara kanı emen terörüne, sönümsüz ateşler taşımak değil miydi?..

İnsanlığa iltihaplı ilkel duyguların,  menfaat akbabalığıyla sandıklara bırakılan her partizan oyun, gerek ülke gerekse yurtsever dürüst yurttaşların, ağır mağduriyetlerine faturalanan cehalet; siyasal dolaşımda çıkar için türlü türlüsü imal edilmiş, bilinmez ki hangi dinsel inancın, hangi mezhebiydi?.. 

 

Hele hele organize kötülüğün inorganik sebebi cehalet, İkra (Oku) ile başlayıp kalem suresiyle devam eden, ille de ilim-bilim, ille de insanlaşmayı öğütleyen kutsal bir kitabın, sahi neresindeydi?..

 

Aslen ve esasen cehalet, asla ve asla akademik diplomasızlık demek değildi. Zira cehaleti kullanan kurnaz cehaletin akademik diplomalısı, insanlık için daha bir tehlike, daha bir felaket değil miydi? 

 

Asıl korkunç cehalet; ruhunu, aklını, benliğini bir parti, bir cemaat veya bir tarikata, sorgusuz sualsiz teslim etme zehriydi. Sözün özü, cehalet kodlarının Ebu Cehil kavrayışı, ancak ve ancak, köklü bir laik eğitimin çağdaşlığıyla tedavi edilebilirdi. 

 

Aksi halde, padişah Vahdettin dönemi İstanbul’un, ikinci kez yediği işgalde, İngiliz güdümüyle ihanete tetiklenen, Kuvayı İnzibatiye çeteciliğinin irticai terörü, cehalet steplerine yeniden hortlayabilirdi...

 

45 bin fitlerin, az önce başlamış hoyrat öyküsü dünya benzeriydi. Ana karakterlerine, iyi zulmediyordu. Yararı zararına karışmış, iri yaralar açacağa benziyordu. 

 

Umulanın başka, yaşananın başka olacağı sürpriz sapmalar, sanki alt irtifalara kümelenmeyi koşturuyordu… 

 

Gök gurbete gönül düşürenlerin debili yalnızlıkları; ölüm hattında, hayat kavgalarına grizulaşan kömür madenlerinin veya önlemi alınmamış diğer tür madenlerin can alıcı, can pazarlarını andırırlardı… 

 

Serhan-Göktuğ ikilisini, dünya namlı gezegenin belirsiz bir adresine, o an suspus taşıyan “uçan tabut” un türü F–100; modeli “F” idi. Amerikan yapımı iki kişilikti. Kendisi gibi iki pilotlu olanları, daha çok eğitim uçağı olarak kullanılırlardı. 

 

Yaklaşık yirmi nüfuslu bir uçak filosunda, çift kumand olanların sayıları üçü beşi geçmezdi. Çoğunluk tek kumanddı. İri barbar cüssesi, azman kişiliği; çetin cevizliliği ile kendinden sonraki jet kuşağının, delişmen bir ön sözü, gök atlasın nerede ne yapacağı bilinmeyen, [5]narsistik ilk psikopatıydı… 

 

Nitelikli teknik uçuklukların; bereketli en’lerin; ilk kez onda azat edilişleri, Bulutlar Diyarındaki hoyratlığını patavatsızca kudurtuyordu. Başlangıçta Hava Muharebesinde düşman uçaklarını yok etmeye tasarlanmış olsa da hararetli çalışmalar sonrası, cephedeki askeri birliklerle müşterek taarruzların, Av-Bombardıman sürümü de geliştirilmişti. 

 

Velhasıl, delinin tekiydi!  Gök diyarda sataşkan naralarla voltalar atan!..  Umursamaz heybetiyle geçtiği yerleri göçertircesine birbirine katan… Pazarlandığı ülke Hava Kuvvetleri envanterindeki jet uçak kuşağında, havacılık tarihinin en aksi, en külhan! Sözün özü, hemcinsleri arasında en kabadayı en sabıkalısından!.. 

 

İşte o anın Yüzbaşı Serhan’ıyla Üsteğmen Göktuğ’una da gözünü kan bürümüş geçmişinin, silinmez sabıka kayıtlarını ispatlıyor gibiydi…

 

Bünyesinde taşıdığı yansız “Kara Kutusu” keşfedilmiş olabilseydi, mazisine bıraktığı insafsızlıkların tarihi sanıklığına, hakşinas bir sadakatle tanıklık eder dururdu. Bir var ki o doğduğunda, kara kutu insanlıkça henüz keşfedilememişti… 

 

Kim bilir daha kaçlarca nesi ya da neleri vardı yaratılışın, henüz keşfedilmemiş?..

 

Dünya havacılık tarihinde liste başı yerini, hayatın öte kıyısına en fazla pilot paketleyip götürmüşlüğü ile nam salmış bu ihtiyar fırsatçının, ömrünün sonlarına doğru bir sürgün uçağı olarak da anılır olması; pilotaj açısından nasıl ele avuca sığmazlığının, yeterli bir diğer kanıtıydı. 

 

Askeri veya sivil havacılığın, düz uçuşta ses hızını geçebilen ilk süpersonik kuduruğuydu. Bir gök cisminin saniyede 343,2 m; saatte ise 1235,5 km. ve üzerindeki hızlarda uçmasını, aerodinamiğin bilginleri, ses üstü (süpersonik) diğer adıyla 1 Mak (mach) olarak adlandırmışlardı. 

 

Gök mekânın teknoloji kuduruğu, mevcudiyetinin öylesine devri sabık bir azmanıydı ki, hayatı hatalarla öğrenme hakkından, kokpit yarenlerini kıyasıya men ederdi. 

 

Kendinden sonraki gök dönemlerin, gerilimli çokları çok [6]F–104 ü gibi, ancak yetenekli efendilerine baş eğebilendi. Ayrıcalıklı donanım özelliklerinden dolayı bereketli “en”lere, savaşçı kimliğinde teknolojik üstünlükler taşıyan, en kavgacı üretim ilklerine sahipti.

 

Bela kokar, kan kokar o “en” lerinden; asrının teknoloji harikası o ilklerinden; bilgisi, yüreği ve bileği ile kendini koruyabilmiş her pilot, savaş uçuklarının diğer tiplerinde, kelleyi Azrail’e pek kolay kaptırmazdı. 

 

İşte bu yüzdendi ki gençlik sınırlarını zorlayan kışkırtıcı öykülerin, sıra dışı listesine, apansız kattıklarıydı göz koydukları...

 

Yaşadığı devranda Azrail’le ortaklığının var olup olmadığı, ilahi bir sır olarak kalsa da onun gök kubbede alt edebildikleriyle akarlığı son bulmuş nice hayatlar, yer kürede tüter dumanı sönmüş nice ocaklar vardı!..

 

Dünya dualarımız, hakkaniyet vicdanımız, insaniyet pusulamız; umulur ki her daim aklımızda bulunsun!.. 

 

Yüce Tanrı; siyaset işgaliyle kahırlanmış, şu şehit ve gaziler diyarında, bizi biz yapan Ay Yıldızlı birlik beraberliğimizi, sonsuza dek korusun! 

 

Kurucu ayarlarla yeniden tam bağımsız… Yeniden demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmasını dilediğimiz vatanımız… Temelleri şehit canı ve kanı hayati kutsalımız… Adımız, andımız, soyağacımız… En büyük sevdamız, canımız Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!.. 

 

“Ya İstiklal Ya Ölüm!” onuruyla Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk, değerli silah arkadaşları ve canlarını kurban eylemiş yüreğimiz, aziz şehitlerimiz cennet mekan ışıklarda uyusun!..

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM”  roman dosyasından, her perşembe devam edecek…

 


 

[1] Kaos, şiddet ve vahşet ikliminde, hak hukuk adaletin yok sayıldığı, yandaş liyakatsizliğin hâkimiyet kurduğu despotik rejim.

[2] Kur’an’da ve hiçbir hadiste olmadığı halde, işgal ettiği her alanı hatta insanı yağmalamayı hak sayan vahşet. 

[3] Emevi İslam’ının 683 yılında Medine şehrini, her şeyiyle her şey mubah, üç gün boyunca insanlık dışı yağmalayış vahşeti.

[4] İnandık ve Biat eyledik.

[5] Kendini önemli, değerli ve üstün gören 

[6] İngilizcedeki “Fighter” kelimesinin baş harfi.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —