…1902’de İtalyan mucit Guglielmo Marconi; radarın mucidi Hertz’ in deneylerini kullanarak, bulunduğu yerden “9” metre uzaktaki bir kapı zilini, kablo ya da tel olmadan çalmayı başarabilmesi; asıl kökeni Nikola Tesla’ya dayandığı söylenen Radyonun, bulunduğu anlamına geliyordu. Kullandığı yönteme “Elektromanyetik” adını vermişti.
Ne mutlu ki insanoğlunun bilimsel, felsefi ve sanatsal kuramlarla didişenleri, özellikle o yirminci yüzyıla ne kadar da çok buluş sığdırmıştı... Gökler tarihinin milâdı sayılan 17 Aralık 1903; daha dün gibi şurada duruyordu.
Wright kardeşlerle başladığı havacılık serüveninde, “Flyer” adındaki tahta ve bezden yapılı ilk motorlu uçuşu, sadece 12 saniye sürmüş ve 36,6 metre gidebilmişti. O gün, 12 beygir gücündeki bir otomobil motoruyla uçurduğu, saatte ancak altmış dört kilometre sürat yapabilen, iki kişilik bir atmosfer kuşunun; bir gün 1953’lü nesliyle ses duvarını aşmanın tarihi hazzında; kim bilir gelecekte daha neler neler yapacaktı!
Buluşlar yaptıkça sözüm ona uygarlaşan; uygarlaştıkça da daha bir modern telaş içine giren insanlık; her yeninin bir eski, her başlangıcın bir son olduğundan habersiz, zekâsı başa bela bir şımarışla, sonu bilinmez bir yerlere panik koşuşturmalar içindeydi…
1923’te Edwin Hubble; bizimkinin dışında gökadalar olduğunu; 1929 yılında da bu adaların birbirlerinden uzaklaştığını ispatlayarak, büyük patlama kuramına (Big-bang), yani evrenin günümüz oluşum teorisine temel oluşturmuştu.
Yer ve gökbilimsel buluşlar; ivme-ivme, gün be gün artmaktaydı. Fred Hoyle, 1950 yılındaki bir radyo programında sunduğu kuramında, Big Bang’den bahsetmişti. Günümüz gök bilimcilerince ilk patlama sonrası uzay, sayısız yıldız adalarıyla dolmuştu. Patlamayla oluşan elementler Hidrojen, Helyum ve Lityumdu. Kozmologlara göre bu kimya, yıldızların oluşum yakıtıydı.
Yaratılışla kodlanmış kimyası şimdilik bilinmese de gaz ve tozdan oluşan molekül bulutların her aşırı ısınmaları, astronomlarca bir yıldızın doğumunu müjdeliyordu. Bileşimi sıcak gaz bulutundan oluşan kozmografyanın, dünya isimli gezegeni yaşanılır kılınsın diye, tasarımcısı tarafından atmosfer adlı bir hava tabakası ile koruma altına alınmıştı.
Görüneni o denli gizemliydi ki atmosferin, Karman1 Hattı’ndan giriş yapan her cismin yüzeyi, akkor bir köze dönüşürdü.
1957: Rusların ürettiği Sputnik–1 isimli bir roketin, atmosfer dışına çıkabilmesiyle, insanoğlunun hayalindeki uzay serüveninin, başlamış olduğu yıldı. Gezegenin bu ilk yapay uydusu, sadece bir basket topu büyüklüğünde, 82 kg. ağırlığındaydı. Ve 21 Nisan 1961 de Yuri Gagarin, Vostak–1 kapsülü ile uzaya gönderilip, dünya yörüngesinde turunu tamamlayan, ilk insan olmuştu.
Her şeyi var sandığı açgözlü dünyasının, süpersoniği tamamdı insan soyunun. Gerçi henüz yolcu taşımacılığında, Hipersoniği2 becerememiş ilkellikte bir teknolojinin sahibi olsa da yine de halledecek gibiydi. Zira hipersonik1 sürat ilk kez, İkinci Dünya Savaşında Hitler’in ölümcül intikam silahı olan V2 isimli Nazi roketlerinde kullanılmıştı.
Üretiminde çoğunlukla savaş esirleri çalıştırılıyordu. Bu ölümcül roketler, yeryüzünden 206km yüksekte, saatte 5.42 mach (5760km) süratle, 320km menzile gidebiliyorlardı. Daha sonraki yılların Amerika’sında, sadece 3 adet üretilen X-15 roket güçlü araştırma uçakları, yeryüzünden 107km yüksekten uçarak, 3 Ekim 1967'de ses hızını 6,7 kat aşmış (7200 km) hız rekorunu ellerine geçirmişlerdi.
Servisten kaldırıldığı 1968 yılına dek, atmosfer dışında yaptıkları, toplam 199 uçuşla gök bilimciler için insanlığa yön verecek, devasa bilgiler sağlamışlardı. X-15 için sadece 12 pilot yetiştirilmişti. Aralarında sonradan Ay’a ilk ayak basacak astronot, Neil Armstrong da vardı. 20 Temmuz 1969 tarihinde Apollo–2 ile Ay’a, insanlığın ilk ayak izlerini bırakmıştı.
Hızı seven insanoğlu süpersoniği başarmış, Ay’a ayak basmışlığı ile de bir iyice şımarmıştı… Atom bomba
sını zaten daha önce bulmuş; türünün yaklaşık 250 binini canice katletme çılgınlığını, o gözü dönmüşlükle çoktan yapmıştı bile!.. Diğer canlılara ve doğaya ettikleri de üstüne üstlüğüydü.
Yakın bir gelecekte ise olası ki tümüyle yok olmasına, tez elden sebep olacakların, adeta panik atakları peşindeydi… Buldukları ile ağır-ağır müzmin yalnızlığına; geçmişin Aztek’leri, İnka’ları, Maya’ları gibi gün be gün kendi yokluğuna, hatta mahvına gittiğini göremiyordu…
Yüzde çok azını ancak kullanabildiği bir beyinle, bulunduğu evrenin sadece dört boyutunu algılayabiliyordu. Oysaki evrenin, yirmili rakamlara varan boyutları olduğunu ileri süren bilimsel zekâ, uygarlık tarihinde artık oluşmaya başlamışlardı.
İnsanlık, beyin denen peltemsi etten kimyanın, yüzde yüzünü kullanabilecek çağları yakalayabilecek miydi? Ezkaza ya yakalarsa o vakit, kim bilir neler olacak ya da olmayacaktı?.. Yerinde şu bir türlü duramayan Âdemin çocuklarının, 10 Mak üzeri “yüksek hipersonik” hızları keşfiyse olası ki ha bu gün ha yarındı...
Hatta uzaktan uzağa kulağa gelenlerden; bu serüveninin ilk denemelerine; Nevada çöllerinde çoktan başlamıştı bile... Aslında hız insan uygarlığının, yer ve göklere sapkın doyumsuz ihtirasının, bir ölçü birimiydi. “Hipersonik” ya da “ultra hipersonik” yolcu uçaklarının, uzakları yakın edecek beklentisi, hayalde kalmayacak günlerin eşiğindeydi. Uzamaya giden insan ömrünün, yaşlanmaya çare bulması, pek fazla uzaklarda olmadığı gibi!..
Bilimsel buluşların tümünü, insanlığın hizmetine kullanmayıp, çoğunlukla silâha yatırarak, anaların acılar felaketinden, cebine bereket borsası yaratan insanoğlunun, bu kendini yok edişi değil de neydi! İnsan denen zavallı kozmik3 varlık, artık uzay çağının açısı geniş bir perspektifinden bakmaları, sahi ne zaman öğrenecekti!
İç evreninde, mantıksal ve duygusal köklü bir Rönesans yapmanın asaletli zamanı, daha gelmemiş miydi? Oysaki o; kozmos’un merkezi değil, uçuşan bir tozu kadar zerresel, toprak habbesi kadar molekülsel, okyanusların bir su damlası kadar hiçseldi. Özetinde kodlarla şifrelerle donanmış, kendine özgü kozmik bir yaratığıydı.
Algılayabilse eğer iç dünyasına kurulu, kendi uzayını bile kavramaktan aciz bir ilkelliğin içindeydi. Kafasını kaldırıp evrene bakarak; hayatın aritmetiksel kuralları olduğunu ve hiçbir şeyin rastlantı olmadığını, artık ne vakit görecekti?
13,8 milyar yıldır, kim bilir ne sebeple, nereye dek sürekli genişleyen galaksiler diyarının; şu noktacık bir yerinde, bu minicik gezegenin, sözüm ona akılla yaratılmış ilkeli varlıklarıydık. Olanca din savaşları, ekonomik savaşlar, politik-etnik çalkantılarla şu birbirini yiyip durma ilkelliği niyeydi?
Not; R;ıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
Dipnot;
1 Deniz seviyesinden 100 km yükseklikte bulunan ve Dünya atmosferi ile uzay arasında sınır kabul edilen hayalî bir hattır
2 Beş Mak, saatte yaklaşık 6 bin 178 km ve üzeri uçuşlar, Hipersonik olarak adlandırılmışlardı.
3 Evrensel