…Hastane Baştabibi Dr. Albay Arıtürk, Yzb. R. Serhan’ın derinden saygı duyduğu asker büyüklerinden biriydi. Doktorluk mesleğinin bilimsel geleceğiyle ülkesine yıllarca hizmet edebilecek üstün nitelikler taşıdığı, bilip tanıyanlarınca hep konuşulandı. Serhan’ın eşinin doğumuyla bizzat ilgilenmişti.
Cihat, Mehmet, Bahattin, Haşim; Türk Silahlı Kuvvetler adına, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin, bilim tahsil eden asker öğrencileriydi. Yzb. Serhan’ın, Dr. Alb. Arıtürk’ü ziyaret ettiği bir gün, baştabiplikte tanışmışlardı. Örnek oluşlarına bakılırsa, Askeri Tıbbın gelecekteki büyük bilim adamları, hatırı sayılacak hekimleriydi.
Diyarbakır Asker Hastanesinin, öğrenciliklerini geçirdikleri bölümünde, Serhan ağabeylerini ağırlarken sakinleştirici laflama lütuflarında bulunmuş, kıt olanaklarıyla çay bile yapmışlardı. Karşılıklı aydınlanma sohbetlerinde, ülkeye hayretmemiş iktidarların, gençlerini bilimsellik yerine; partilerin etnik ya da dinci akımlarına bulaştıran, öğrenci olayları üzerine konuşmuşlardı.
Kaşınmaya oldukça müsait bir illetiydi ki gezegenin, özellikle tüketim ekonomisine listelenmiş cehalet birikimli havzalarında, küresel ağalar güdümünün, tuzu kuru yerli siyaset baronlarıyla kuşaktan kuşağa bulaştırılırdı…
Gecenin doğum yolculuğunda, Yzb. R.Serhan’ın eşini yalnız bırakmayan aile dostları Nebahat Hanım, yurduna içtenlikle sevdalı devasa yüreklerin, göklerdeki namlı yiğitlerinden, Ütğm. Ali Yılmazer’in eşiydi. Anneliğin olanca vasıflarını geleneksel insanlığında harmanlamış özellikler sahabesi, Kırıkkale dolaylarının insancıl değerler abidesiydi.
Hayat arkadaşı Ütğm. Yılmazer; katar katar bozlaklarıyla Allı turnalaşan çileli bozkırın, eşsiz tezenesine inen batı kapısı, Kırıkkale burçlarının bir köyünde açmıştı hayata gözlerini. Durup durup iri yüreğiyle bulutlanması, Karacadağ gün batımlarına 181. Filo önlerinden, dolup dolup efkârlanması, Atatürksüz işgal yemiş, boynu bükük mazlum Anadolu’ya, ölümsüz sevdasındandı. 1950’li yıllardan itibaren, sam Amcanın Anadolu’ya çökmüş diğer üsleri gibi, Rusya ve Ortadoğu’nun hem kem gözü hem sinsi tele kulağı, Pirinçlik radarı da az ötelerindeki, Diyarbakır-Urfa yolu kıyısına kurmuştu 1956’lı tezgâhını…
Zamanı gelince Nebahat Hanım, doğum odasından yüklü bir sevinçle nasıl da koridora fırlamış, nasıl da bir içtenlikle haykır haykır olmuştu. “Serhan Abiii!.. “Serhan Abiii!.. Müjdemi isterim, bir oğlun olduuu!..” çığlıkları koridoru altüst etmişti. Ailevi dostluktan öte, kardeşlik yapmanın yüklü mutluluğuyla kanatlanmıştı. İnsan yüreğinin, sanki bir hemşireymiş şefkatiyle hizmet ediyordu, doğumdaki arkadaşına.
Günün tan vakti gelmek üzereydi. 12 Eylülün sokağa çıkma yasağı olsa da Diyarbakır’da Serhan; öz kardeşiymişçesine sevip saydığı Nebahat Hanımı, sabaha karşı Hava Lojmanlarına bırakıp, Hastaneye geri dönmüştü.
Şu an yaşadıkları mahşerin ortasına düştüklerinde; ne yaman bir çelişkiydi ki gezegenin Türkiye’sinde akrepler gene iki, yelkovanlar gene aynı 15’ten geçiyorlardı. Gecesinin dünya adlı gezegene bir hayat bıraktığı aynı takvim yaprağının, saat kadranlarındaki aynı rakamları, aynı gezegenin göklerinden, bir hayatı da alıp gidecekler miydi yoksa? Ya da kırık yazgılarına, bu böylesi hoyratça kıstırılmışlıklarını mı yaşayacaklardı umarsızca?..
Apansız mecburi inişe yönelttikleri bir savaş uçağının, suspus olmuş motoruyla başı belada ikilinin, Diyarbakır meydanına süzülüşleri, derin ve dinginceydi. İyiden iyiye kendini anlatmaya koyulmuş bir romanın, toplumsal gerçekçi yaralarını süzülüyor gibiydi.
Gök mekânın uçan her canlısı gibi uçaklar da kanat alt ve üst yüzeylerini yalayarak akan hava filelerinin, kaldırma kuvvetiyle uçarlardı. Şişkinliklerini motordan aldıkları hava ile sağlayıp, mekânı basınçlayan kanopi[1] yan contaları; durmuş motorun azizliği ile belli ki pörsümüş, az öncesinin içindekilere yeryüzü koşulları sağlayan kokpiti, basıncını artık iyiden iyiye yitirme peşindeydi.
Hava filelerinin o anlarda içeriye dek sızan uğultusu; göklere saldıklarıyla şişinen insanlığın, öylesi bir savaş uçağına hiç de yakışmıyordu. Mevcut hali, sportif bir planörün kimliğine özenmiş kilolu bir haşarı; ilkokul önlüğü giyip, beyaz yakalık takmış koca bir üniversiteliyi andırıyordu.
Dünya gezegeninin diğer yörelerinde olduğu gibi havacılık tarihinin, Türkiye coğrafyasında da daha önce durmuş motorla yeryüzüne sağ salim inenler olmuştu. Yakın bir geçmişte 3’üncü Ana jet Üssü’nün Binbaşı Erkan Süzer’i de Yüzbaşı Oryal Özdemir’i, Sefer Öztürk’ü, Yıldırım Budan’ı da Konya’da testine kalktıkları, bu tür metal insafsızların sataşkan ihanetini, meydana yakın bir yükseklikte oluşlarının avantajına çevirerek, ehil bir ustalıkla bertaraf edebilmişlerdi. Savaş Pilotluğunun anlaşılmaz bir dünyası vardı ki geçen zaman içinde, ölümle yabancılaşılırken Azrail’le samimileşilirdi…
Gözlerinin önüne, yavrucak oğlu geldi Serhan’ın... İçinde bulundukları günü, kendilerine Çarşamba adıyla bırakıp gitmiş gece, saatlerin 02.15 i gösterdiği o yaşam karesine, bir de evlât bırakmıştı. Erkek çehresi nasıl da adam-adam, gözler kaşların, kaşlarsa gözlerin, nasıl da kömür yataklarıydı...
Saat 11 sularıydı… Eşiyle oğlunu taburcu eden Yzb. R. Serhan, gecenin yarısına doğru, ailenin iki ferdi olarak apar topar girdikleri Diyarbakır Asker Hastanesi’nden, üç kişi olarak çıkıyorlardı. Kökleri Elazığ’a boy vermiş soy ağaçları, bir dal sürgününü de o gün, komşu Diyarbakır topraklarına filizlemişti.
Yakın arkadaşından akşam ödünç aldığı otomobille 8’inci Ana Jet Üs nizamiyesinden, 11.25 dolaylarında giriş yapıyordu. Yaklaşık 200 metre sonra sapılarak, ilk sağ ve ilk solla varılan bir sokağın, sol köşeden başlayacak sıralamasında; tek katlı Hava Lojmanları’nın, O dördüncüsünde oturuyorlardı.
Gece endişeler içinde acilen ayrıldıkları, o akasya ağaçlı sokaklarına, nihayet mutluluk yükleriyle varmışlardı. Meslektaş arkadaşlarının eşleri Nebahat ve İnci hanımlara teslim ettikleri, can içre can kızları Müge; lojman kapısı önündeydi. Yavru yüreğinde içten içe kabarttığı bir bekleyişin, hüzne çerçeveli bir fotoğraf karesi olarak, o an karşılarında duruyordu. Derme çatma oyuncaklarıyla, yalnızlığını oynuyor görünendi. Dün geceden bu yana terk edilmişliğine bastırdığı sabi merakı ise belli ki içlenmiş yanına gizlenmişti.
Toz, toprak yüklü yanaklarına konarak yapışmış pürçek pürçek saç telleri, az önce yakın civarlarından ya Nebahat ya da İnci teyzesinin, eline tutuşturduğu bir, ya da birkaç çikolatanın, geçip gittiğinin görüntüsüydü. Sırtlarında gamzecikler oluşmuş yavru serçe elleri, kakao rengine bulaş bulaş, gamze derinlikleri çamur çamurdu.
Küçük dayısından kalma alımlı, 3 tekerli bir çocuk bisikleti, geçen hafta sonu Anneannesi tarafından Elazığ’da kendisine hediye olarak verilmişti. Ailecek görüştükleri Eskişehirli saygın komşuları Müzeyyen Hanımın beyi, Astsubay Kamil ağabey, uçak boya atölyesine götürüp, göz alıcı bir kırmızıyla süsleyip geri getirmişti.
Gece gerekebilir öngörüsüyle yakın arkadaşı Kadir Deveci Yüzbaşı’dan, babasının akşamdan aldığı yeşil renk bir Reno’yu ve o Reno’dan mavi bir sabahlıkla inen, beti benzi atmış annesini, analitik bir merakla alttan alta süzüyordu. Kısa bir duruş anından sonra, O güzelim bisikletini de oyuncaklarını da bir yana fırlatarak, nasıl da bir hızlıca kendilerine koşmuş, yavru bir ilkbahar sarmaşığının içli bir özlemiyle bir nasıl da sımsıkı boyunlarına dolanmıştı.
Dokuz yılın uçucu maaşının, araba sahibi olmalarına yetememişliğini, henüz düşünebilecek yaşta değildi. Geceden yorgun Anne, boynuna sarılı minik sarmaşığına gülümseyerek:
“Mügüş, bak sana bir kardeş alıp getirdik çiçeğim” dedi.
“Adı ne bunun Anniş?”
“Henüz adı yok çiçeğim… Adını birlikte bulacağız”
“Verin de oynayayım!”
“Kızım bu oyuncak bebek değil, sahici bir kardeş! Hem baksana, sana çikolata da getirmiş!..”
Mügecik, minik dudak kıvrımları ile çocuk gözlerinin, derleyip yansıttıkları muzipçe bir ifadenin, alaysı bir poz anına durmuştu. Doğadaki olanca tomurcukların, ani bir eş zamanla açıma durduğu, o ılık bahar bahçelerinden annesine rengârenk çiçeklenmiş, mini minnacık kahkahalar fırlatmıştı.
Belli ki kardeşlerin artık leylekler tarafından getirilmediğini, hele hele pazardan hiç alınamayacağını bilebilen, öncesi televizyonlu, sonrası bilgisayarlı dijital bir neslin, ebeveynlerce pek kandırılamaz, bir ferdiydi o artık.
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
Yeni yılınızı içtenlikle kutluyor, insanlığın dürüst, vicdanlı, adaletli tüm iyi insanlarına: Yüce Tanrı’dan sağlık, huzur, mutluluk ve refah dolu bir dünya yurdu diliyorum.
[1] Savaş pilotlarının bulundukları kokpit adlı mekânı, üsten kapatan kurşun geçirmez kalın mika kapak.