RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (17)


…Göklerin kocamış kartalı, ambargolu ihanetin sağır ve dilsiz halleriyle bulunduğu gök katmanı, yorgun bir süzülüşteydi. Kış vurgunu umutlarla düş solgunu hayaller işgalinde olduğu, her halinden belliydi. 

 

Takatsiz, çaresizdi. Densizdi, dengesizdi… Uçmaya enerjisiz, dermansız, mecalsizdi. Yine de her şeyi,  Arizona düzlüklerinin fabrika göklerine doğarken geçirdiği seri testlerin, hakkında yazılmış ciltler dolusu, teknik kitaplarına sadakatle yapıyordu. 

 

Peki ya o bünyesinde taşıdığı binlerce parçasından sadece ikisi?.. Acaba onlar da yazıldıkları gibi kalmışlar mıydı? Eğer Diyarbakır meydanına ulaşmak mümkün olamazsa, düşülmüş bu dar anların vefakâr hayat kurtarıcıları, salt kara gün dostu olabilecekler miydi? 

 

Bilinen ki bazen çaresiz kalsalar da keşfinden günümüze, efendilerinin binlerce canını kurtarmışlardı. Ya bu gün? Sahi bu gün? Dostça varlıklarına güvenerek ta buralara gelmiş gök yoldaşlarını, gerekirse bu gün de fırlatabilecekler miydi, o uçan tabuttan hayata doğru?.. 

 

Yoksa!.. Yoksa üzerinde bir adak tavrıyla oturdukları bu teknolojik fırlamaların, alafranga ihanetine mi uğrayacaklardı?.. Yani kurbanlarına kesecekleri umursamaz fatura, ne haliniz varsa görün mü olacaktı? Ya da şizofren bir kuduruğun bahtı kara binicilerini, önlerine çıkacak bir tarla veya düzlüğe “Mecburi İniş” yapmak zorunda mı bırakacaklardı? 

 

Ki bu ciddi olasılık hayli ürperticiydi!.. Zira kuşağının jet uçak türleri arasında, iniş sürati en yüksek olanıydı... Bu özelliğinden dolayı, zorunlu indiği arazide, ters dönme (kabotaj) riskinin bir hayli yüksek istatistiksel kanlı geçmişi, kimselerden saklanılacak gibi değildi. Hatta bir yerleşim bölgesine, göklerden külçe bir demir hurdası olarak, yere çakılmak da ihtimaller dâhilindeydi!.. 

 

Varlıkların, zaman ve mekâna kayıtlı doğasına, oralarda aykırı hareketlenmiş hayat; artık neyi nereye kadar taşıyacağı, belirsiz bir sürecin içindeydi. Eskitip eksiltmeye azmettirilmiş zaman, bir şeylerin hazırlığı içinde, bir şeylere hazırlıklı olmayı, telkin eyler gibiydi… 

 

Umutlar, rasyonelden çok varyasyonlu olasılıklarda dolaşıyordu. Olasılıklardansa çok şey bekleniyordu. Oysaki Azrail hazretleri o an, belki oralardaydı. Belki de aldığı ilahi emir doğrultusunda, listesinin güncel hayat kayıtlarında, birtakım değişiklikler yapmaya hazırlanıyordu… 

 

Bilinen ki insandaki hafıza ekranının akışan görüntüleri ya da film şeridi, ezelden ebede tüm zamanların, en dijital en üst teknolojisiydi. Hayattan kayıtlanan veriler, uçuşup duran fikir ve düşünceler, insan dünyasının kronolojik raflarına bir bir istiflenirdi. 

 

Ansızın patlamış bir olgunun, insandaki travmatik hasarı ya da psişik baskısıyla tetiklenen “geçmişe dönüşler”; olası ki anı arşivlerinin, andaki beklenmeyen infilâkıydı! Hayatın çoğunlukla zamana karışmış travmasal anıları, olası ki davetsiz ataklarla sabıkalı anlara saldırırlardı. 

 

İnfialli o anların, hafıza ekranlarına düşen duygu durum halleri, bazen psikiyatrik bir bozukluğu işaret etse de insanlıkça deneylenmiş [1]mistik çözümlemesi: Azrail  efendinin, epeyce yakınlarda olduğunu söylerdi!.. 

 

Yaşamdan öyküler; kahramanlarının gözleri önünden, ince bir film şeridi gibi süratlice akmaya başlamışlardı… İstemedikleri siyah beyaz karelerin, bellek arşivlerine geliş gidiş kontrolü, ellerinden sanki alınmış gibiydi… 

 

Güncelin yakın yıllarını terk eyleyip de alıp başlarını uzaklara iskân eylemişleri, kalımsız da olsalar; sırtlarına hurda yılların, yırtık-pırtık, yamalı öykülerini yüklenerek, hafızanın ana karasına birer birer geri dönüyorlardı. Aşağılara yazanak yazanak, oralara tozanak tozanak çisiyorlardı…                                                 

Diyarbakır’a komşu bir kent köyünde, İsmail dedesiyle yaptığı [2]Karasaban’lı çiftçilikteki çocukluğunun o ırgat yılları, kilometrelerce ötelerden ta buralara, [3]fehlân pası kokularla bir bir düşüyorlardı… 

 

Volkan volkan yürek patlamaları, ılgıt ılgıt duygu dalgalanmaları, ayaklanmaya görsün hayat esmelerinin; hüzne keserdi ortalık, keder dolardı!.. Yılların içinden geçip gitmelerin buruk buruk acıları yaman, eskimiş öykülerin buğu buğu sızıları, buram buram zaman kokardı. 

 

Çocukluk diyarının, serçecik yüreğine üşüştüğü iri iri acılar; yaşama kavurarak, gençliğe haşlayarak, şu an avuçlarından kayıyor gibi görünen hayata, iyi pişirmişlerdi Serhan’ı… 

 

Yaşamın, olanca ağır yüküyle çocuk omuzlarına binmesi, ilkokulun dördüncü sınıfına başladığı, o hayırsız yıllara rastlar. O vakitler ya sekiz ya da dokuz yaşlarındaydı. Kaç yıl var ki babasının gençliğine sırnaşmış kronik bir mide ağrısı, ailenin baş edilmez tasasıydı. 

 

Mide sancıları içinde kıvranan o azaplı dünyası, bir daha yaşayamayacağı gençliğini, Babasının elinden acımasızca kapıp gitmişti. Serhan’ınsa ekmek kavgalarına eskimiş çocukluğunu!.. 

 

Hayatın, kul hakkı yediği yıllardı...

 

Tıp biliminin, devrana henüz yeterince uygarlaşamamış ilimsel acizliği, köyünün taşlı tozlu yollarında koşturduğu, o tek oyuncağı tel çemberini de artık dönmez kılmıştı. Dünyasının cıvıl cıvıl kuşları susmuş, rengârenk çiçekleri bir hoyratça solmuştu… 

 

Coşkulu adrenalin mutlusu olduğu, ağaç tepelerine çıkmak da gelmiyordu artık içinden. Çelik çomağı elinden alınmış, olanca gücüyle dalında sallandıkça o bir yere, bir göğe pikeler yaparak saldıran, [4]melhem ağacından kanatlandığı uçağı da düşmüştü. Çocukluk diyarının olanca yaprakları zamansızca dökülmüş, mevsimine tutunduğu dallara, filizkıran ayazları vurmuştu!.. 

 

İkinci dünya savaşına boy vermiş bir kıtlığın, artçı sarsıntılarıyla ortalığın kasıp kavrulduğu bir devrandı… Baş belası küresel haramiliğin, yine ettikleri sonrası, her bir yanda ekseni kaymış hayat beter yalpalıyordu. 

 

Yoklukların bahadırca kol gezdiği kimsesizlik diz boyu, terk edilmişlik ulu ortaydı. Yoksulluğun azgın; çaresizliğin saldırgan;  unutulmuşluğun istilacı olduğu günlerdi!.. Hatta hatta ekmeğin karneyle dağıtıldığı yılları yaşamaktan, daha yeni çıkmıştı memleket. 

 

Sabi çocukluğuyla O çorak tarlaların ekmek kavgalarına, nasıl da erken düşmüş, nasıl da hemen büyümüştü. Tutamağına boyunun zar zor yetişebildiği Karasabanla çift sürüyor, ekim yapıyor, ektiğini orakla biçiyordu. Biçtiğini Şelte[5] ile harmana taşıyor; dövenle ezip, Yakup amcaların kollu harman makinesiyle çoğu zaman sabahlara dek savuruyordu. 

 

Kısacası, zulmü yokluk yılları o devranın; mevsimsel çeşitlilik dayatan ne kadar köy zulmü vardıysa yaşamın, tekmilini Serhan’ın körpecik omuzlarına yüklemişti. Okul zamanı okula gidiyor, sair zamanlarda ekmeğinin ağır ırgatı gayretiyle çırpınıyordu. Çağdan yaralı kalmış bir ülkenin, sahipsiz o milyonlarca köylüsü gibi hayli bereketli çaresizlikler yaşıyordu. 

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek… 

 

Yoksulluğun diyar, kötülüğün yar, yolsuzluğun bahtiyar olamayacağı bir dünya umuduyla…


 

[1]Akıl ve mantıkla çözülemeyen gizemsellik. 

[2] Traktörsüz ailelerde öküzlerle sürülen tarla 

[3] Yeni sürülmüş tarla

[4] Esnek, bir ağaç türü

[5] Biçilmiş ekini, eşeksırtında harman yerine taşımakta kullanılan bir gereç

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593