…Sağlıklı güçlü duygular, bağımsız yaşarlardı. Ve sadece odaklanması gerekenleri akıl ajandanıza koyar, sadece sizi çoğaltanları gündeminizde tutarlardı… Denetim altına alınamamış kuşkuların tartaklayan cüssesi; mutluluk haritasının ölçeğiyle ters orantılıydı…
Acabalar cenderesi vesveseler, hayatın kurtçukları, ömrün fay hatlarıydı. Kemirdikleri her neyse; küsuratını dağ dağ yığar, tortusunu kaygıya abartırlardı. Velhasıl, üstesinden gelemediği ruhsal sancıları, bireyin yavaş yavaş kendini imhasıydı…
Acılar dile gelse; olası ki en çok, savaş pilotu eşlerinin kendilerinden alacaklı olduklarını söylerlerdi... Her kişilik, elemli kuşkuların ayrı-ayrı boy resmi, her resimse hüzünlerin hayata başkaldıran sergisel dünyasıydı!
Yara bere içinde kalmış ruh dünyalarına, kemirgen endişeler kurgusu; savaş pilotu eşi olmalarına, hayatın peşinen kestiği faturaydı.
Ekmek kavgalarının göklere mecburluğu, mütevazı aile yaşamlarını, kuşkulu yarınlara tedirgin kılandı… Kısacası adına hayat denen yaşam coğrafyasına, güncellerinden kovamadıkları korkuları; eşlerinden yana gönüllerine yazdıkları, sessiz sedasız ağıtlardı.
Uykuları bölük pürçük, umutları yaralıydı… Rüyalardan irkilip sıçrayarak uyanır, acaba “ne oldu?” diye, çevrelerine şaşkın bir serçe telâşıyla bakınırlardı… İşkilli bir hayatın gereğinden fazla aldığı sorgu odaları, gerçeği esastan koparırdı!
Ekmekleri gök granite yazgılı beylerini, ardından okudukları dualarla, olur olmaz saatlerde göklere uğurlarken; ruhsal erozyonlarla sarsılarak geçip giden bir ömre, şaşılası bir erkende aşınırlardı…
Göreve gidişlerin lojman kapısındaki her vedalaşması, ülke güvenliğine adanmış hayatların, bakışlara karşılıklı saklanan, bir helâlleşme seremonisiydi…
Savaş pilotu eşlerine lojman ortamının sunduğu yaşam; yalnızlığın olanca tekilliğini, çoğul kuruntulara biriktiren türdendi. Gözlerin yollara, kulakların ambulans sirenleri eşliğinde kanatlanmış helikopter seslerine, irkilerek takılı kalınan o jet üsleri!..
Hayatın o “olmaz olasıları” ile dolup dolup taşmışlık! Taksitlere endeksli yaşamlara, hoyratça hücum eden o ay sonlarının; umutlara kurduğu idam sehpaları…
Ya da memleket hallerinin bereketli yokluklarına, umarsız tutunmuşluk! Sofraların can pazarı lokmaları, boğazlardan düğüm-düğüm inerken: Anaların ak sütünce O en temiz, gezegenin helâlden imbiklenmiş, O en helâl rızkı!..
Velhasıl mavi yörüngesinden, sürpriz matemlere kopup giden, nice kara sevdalardı savaş göklerinin güldürmediği...
Daha dün başköşede dolu-dolu kahkahalar atan yastıkdaşını, takvimlerin o keşke olmayası bir yaprağına, zamanın o hiç gelmeyesi bir anına, çat kapı yitirmişlerin dünyasıydı...
Elinin kınası henüz kurumadan, yüreğinin engin yaylalarını, yaşamın için için tutuşmuş anız yangınlarına kaptıran, nice taze duvaklı gelinlerin ketum isyanı!..
Yurt sevdalı beden parçalarını, gezegenin bir yerlerine fedakârca bırakmış babalardan, daha yolun başında, hayata yıkık kalmış boynu bükük yavrular!..
O apansız gidişlere bîhaber geldikleri bir dünyanın, farkına vardıkları ilk günlerinde, “Anne, Babamız Nerde?” figanlarına, “Onu göklere verdik” diyen çaresiz annelere; anlamsız gözlerle bakıp duran sabiler!.. “Baba” sözcüğüne bir ömür susak kalmış o serçecik yürekler!..
Yaralarına artık bir başına tuz basabildikleri yaşlara vardıklarında; babalarından arta kalmış eşyaların, kendilerine bir anı olarak sunulduğu buruk acılar!..
Yelkovanla akrebi, bir Azrail boranından arta kalan anılara mıhlanmış, kırık kol saatleri… İç duvarına, isimler kazılı eğri büğrü alyanslar...
Ya sonrası hayatın?.. Sonrasında hiçliğin, zamanın kucağında devinen uğultusu...
İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’ı Azimüşşan, birçok ayetinde ölüm meleklerinin, çokluğundan bahseder, her faniye bir ölüm meleği görevlendirilmiş olduğunu söylerdi.
Yüzbaşı Serhan’la Üsteğmen Göktuğ’a, ilahi yüceliğin hükmünü uygulayacak melekler, kim bilir hangisiydi!.. Hangisi olursa olsun, göğün 45 bin fitlerinde, ortasına düştükleri şu kasırga, belli ki İlahi kadrolu vazifeşinasların, hiç de umurlarında değildi!
Nasıl olsa kendileri kâinatın, en son ölümlüleri, en ayrıcalıklı uhrevileriydi... Yaratandan kendilerine bahşedilmiş kredi, nasılsa en uzun ömürlüydü! Hamiline yazılmış rahmani çek, şu kâinatta nasıl olsa harca harca bitmezdi!...
Akşam eve her döndüğünde, çoğunun kapılarda karşılayacakları bir babası olurdu şu gezegende... Eğer o gün gece uçuşu yoksa mesai bitimleri tanıdık bir üslupla çalınmış zil sesine, açılmış lojman dış kapısında; özlem özlem kucaklaşma coşkusu, mutluluğun sarmaş dolaş çarşısı kurulurdu…
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
Uygarlaşma gücünü demokratik, laik, Anayasal hukuktan alan, çağdaş bir devlet sisteminin, anayasal yeminlere ihanetle asla işgale uğrayamayacağı ve aksine hareketin, kesinlikle herkes için anayasal düzeni yıkma suçu sayılacağı…
Magazine siyaset ahlakından her yol mubah akanların, haliyle utanma duygusundan yoksun vicdanların; ayıplı suç ve günahlarını, bir an önce siyasi dokunulmazlık zırhına taşıyamayacağı ve sadece kamera önlerinin hak, hukuk, adalet tiyatrosuyla artık yol alınamayacağı…
Hatta hatta sebebi oldukları mağduriyetlere karşı, defalarca yapılmış hak arama başvurularının, kameralar ardında artık cevapsız bırakılamayacağı…
Yıllar yılı haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk, umutsuzluk cehenneminden nihayet sokağa taşmış; mazlum ve masum demokratikleşme dinamizmini, kendilerine mal eden kimselerin, kendilerini hem millete hem partiye yamama ve zimmetleme şeytanlığına artık sapkınlaşamayacağı…
Müslümanım diyenlerin, mezhepleştikleri partizanlık örgütünde, bundan böyle din ticareti yapmayacakları; mevki, makam, holdingleşme yerine, artık Kur’an’i ahlakın, insandaki saygın değerler temsilcisi duracakları…
Milliyetçiyim diyenlerin ise çıkara sevdalanmış etnik partizanlığın ninnicileri değil, gezegen barışının Anıtsal Önderi Atatürk Milliyetçisi, Cumhuriyet ülkücüsü olacakları…
Ve “Bağımsızlık benim karakterimdir” asaletiyle kutsallaşmış Atatürk Cumhuriyetine hükümet edenlerin; artık İngiltere, Amerika ve İsrail lobisinden icazet almayacakları, bir Türkiye umuduyla…