RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (31)


…Hayatın bilinmez kozmosunda, insanlığın varoluşsal nedeni, hayatı sorgulayan arayış yolculuğu, edebiyatın disiplinler arsası felsefi celseleri; dilinin döndüğünce, sözünün yettiğince süregiden derdiydi…

 

İnsanlığın, hayatı doğru okuma neferlerine, baş etmeyle ilgili şifa terapileri servis eylerdi. 

 

Yalnızlık, okumak kadar üretken, yazmaksa bireylerin, toplumların, dünyanın tedavisiydi. Yalnızlık olmayaydı, insanlık hizmetinde onca dâhi, onca buluş mümkün müydü? 

 

Özelikle edebiyatta, bazen yaşadıkları olmasa da yazdıkları, Şiiristan diyarının her vezinbaz her mısrabazı, yazın dünyasının yazar olabilmiş her yazarı; o imza günlerinde yaralarını ya da kalabalıklar içinin kanar durur yalnızlığını imzalamazlar mıydı?

 

Okur dünyamıza konuk ettiğimiz her kitabın, kapaktan kapısını açar açmaz, bir iştahla sokaklarına koyularak, sayfa sayfa azalırken hayata çoğalışımız; aynı anda yazarın iç dünyasına ya bir merak ya da hafiyemsi bir yolculuk değil de neydi?

 

Kirsiz yüreklerin akça yelkeni, her tür sevgi ya da sevda; her sanatı besleyen edebistan coğrafyasının, asaletli gönüller pınarından, insanı insanlığa eğiten katmanlarından gelirdi. 

 

Hakikatle kurguyu harmanlama sanatı dense de edebiyat, hayati mesleklerdeki edebini, yalnızca gerçeğe bırakırdı. Savaş göklerinin de her yaşamı; Hazret Azrail’e yakın her meslek gibi, ciltlerce edebiyattı. 

 

Yurdu sevdasına tutuşmuşların, mavi yalnızlıklarda birebir yaşadıklarıydı dobra yazdırdıkları ya da hayata yazdıkları!.. 

 

Hiç mi hiç kurgu değil, hayal değil, masal değildi!.. Gök diyarda yaşanmış, yaşanıyor ya da yaşanacak hayatın, özbeöz kendiydi!..

 

Yeryüzündeki çocukların yüzü-gözü, puf-puf elleri; gök diyarlı babaları tarafından öpülüp-öpülüp koklanası, yurtlanası olsa da… Bazılarını artık öpen, başlarını okşayanları yoktu. Yarınlara kimsesiz çorakların kıraç çiçeği, gölgeli sığ suların, köksüz nilüferleriydiler artık…

 

Hayatın kurak iklimlerinde, çaresiz bir başına, cemresiz büyüyeceklerdi. Babaları ansızın yitip gitmişti ya şu gezegenden; mesai dönüşleri, göğe doğru atıp-atıp tutanları, çikolata verenleri artık olmayacaktı. 

 

Akşamlarını dört gözle bekledikleri eşikler; bundan böyle dolmayacak, bundan böyle boş olacaktı. Kolları kanatları, daha sabiyken kırılmıştı ya artık göklere uçamıyor, uçamaz kalacaklardı!.. 

 

Köklerinden devrilmiş koca çınarların; arkalarına bıraktıkları engin boşlukta, bir öylece sığınmasız, bir öylece duldasız, bir öylece babasız büyüyüp gideceklerdi işte!..

 

Şerefliydi; onurluydu onurlu olmasına ama özetinde delibozuk, acımasız bir meslekti velhasıl! Ocaklara incir diken, tüten bacalara baykuş kondurup bir anda söndürendi! Yok, daha dün nişanlanmış!.. Yok, henüz muratsızmış! Ya da evlenmişler yeniymiş!.. Anne karnındaymışlar bile umurunda değildi!.. 

 

Yer kürenin bereketi gök diyar; pususuna düşürdü mü acımasız kardı borandı, zalim bir zemheriydi aldırmasız!.. Genç-genç vatan sürgünlerini; devranının zamansızca hazan vuran yiğitlerini, kıyasıya alıp-alıp götürendi. 

 

Yavrularını kucağına aldığı o günlerin, arta kalmış birkaç resim karesinden; sararmış bir mutlulukla bakıyorlardı artık bazı babalar... Başına neler-neler getireceğini ummadığı bir hayatın, yarın olacaklarından habersiz bir koordinatın, pervasızlığında duruyorlardı… 

Her niçinse, nereye panik atak koşan zamandan intikam alırcasına, yaşadığı devranı hiç değilse resimlerde tutabilme sanrısı, insan türünün kendini avutmasıydı… 

 

Eskinin fotoğraf makineleri, yeninin kameraları; akışkan zamana inat, geniş açı-uzak plan çeken yönetmenleri andırırlardı. Her ne varsa O anları anlatan, kadrajlarına doldurmayı çalışırlardı. 

 

Zamana solmuş gülüşlerin, kurumuş avuntuları ile doluydu haramî yalan hayat!.. 

 

Eşinin kolunu boynuna doladığı günlerde; ta yürek diplerinden kaynayıp da resim dışına taşmış iri mutlulukların, bu gün artık geriye kalmış külleriydi. “Böyle mi olacaktı” dedirten devasa sevdaların; yalnızlık besteleyen hazin senfonileri; doyumsuz dünyanın kalımsız resitalleriydi… 

 

Babaların bazıları: “Ay yıldız” fedası can pazarında, nasıl da terk edip gittikleri, mutluluk sıcağı yuvalarının, yıllara soğumuş duvarlarındaydılar artık… Siyah çerçeveli resimlerindeydiler, solmuş yalan dünyanın!.. 

 

Ulusal bayramlarda kuşandıkları beylik kılıçları, aldıkları meslekî ödüllerin şiltleri, kullandıkları şahsî eşyalar sergisiydi velhasıl geriye kalan!.. Albüm sayfalarına bırakılmış hayatın; zamana boyun bükmüş, birkaç ağarık resmi! O her şehit evinin; kahramanı anısına insanlıktan alacaklı, insanlığa hesap soran, sessiz yürek haykırıları, anıtsal köşeleriydi... 

 

Hüsran yanıklarını anlatış dinletisi, sitemli kahırları dindiriş ezgileriydi.

 

Şehitler giysileriyle gömülse de kırık bir uçuş kaskı... Üzerine bulalı kanın, alı solmuş özetiyle lime-lime eprimiş bir uçuş kombinezonu… Veya mavi bir fular… Ya da nefti bir uçuş montundan suskun anlatılardı… 

 

Ahşap anı sandıklarına saklı duran, yaralarından başka ardına bıraktığı bir şeyleri olmayan kahramanlardı!.. 

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…

 

20 Nisan Dubai’ye kara haberiyle gelmişti… Göklerin mangal yürek Ünye beyefendisi… Uhrevi takvimi bilemem ama dünyevi takvimde bir yıl oldu sen gideli… 

 

Aklıma her düştüğünde saygı duruşundayım, hem asker selamımla hem buradan oralara dualarımla…

 

Hatıramda hasret, minnet ve sevgiyle andığım, sen değeri dost, sen göklerin yetenekli meslektaşım, sen değerli Tuncer Şahin Gardaşım… Işıklar içinde uyu! İlahi rahmetin her daim bereketli, mekânın cennet, ruhun şad olsun!..

 

Gök Diyardan bir delinin akıl almaz düşleri…

 

Çağ batağı siyasetin çıkarcı DNA’sıyla din, dil, ırk zenginliğinin, artık partizan bezirgânlığa ayrıştırılamayacağı… Hak-hukuk-adalet vicdanlı, insan yürek dürüst tüm yurttaşların; barış, huzur ve refah kardeşliğiyle mutluluk iklimlerinde yaşayacakları…

 

Bireysel çıkarların, hastalıklı açgözlülüğüyle kameralar önünde Atatürk sömürgenlerinin de siyasal dincilik tiratlarıyla kadim inançlara yoğun kan kaybettirenlerin de artık, kronik cehaletten tamamen arınmış, bilinçli bir yurttaşlık seviyesini, bundan böyle kandıramayacakları... 

 

Ve “muasır medeniyet” miladımız; noksansız çağ atlatanımız, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki uygar Cumhuriyete, artık tutunamayacakları, cennet bir Türkiye umuduyla… 

 

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593