…Üssün, asla mesai mefhumu gözetmeyen vatan yürek omuzdaşları; uçuş hattının o an kendilerini uçuran, emektar Subay ve Astsubay silah arkadaşlarıyla da vedalaşacaklardı...
Geriye dönüşün ya hiç ya da felek babanız olsa ancak sekizde bir, bilemediniz iki uçaklık ağır yaralı olasılığı bile, gerçeğinde umudun bilimsel olanaksızlığına olanaklıydı…
Dönme ihtimali, sıfır olsa ki n’olurdu! Dünya ne çabuk unutmuştu! Çanakkale’de kopmuş bir kıyametin, ölüm kusan cehenneminde; vatan için ölmeyi, Yarbay Mustafa Kemal komutasında emir almış 57’nci Alayın, tarihe anıtlaşmış torunları değil miydi her savaş pilotu?
Birkaç yıl sonra da Sakarya Meydan Muharebesinin “Ya İstiklal Ya Ölüm” kıyametinde; cepheyi kilitlemiş Yunan tümenine karşı, sekiz tepeli Çal Dağı’na, gece Alay olarak çıkıp, sabah Bölük olarak dönmüş, şanlı 190’ıncı Alay’ın, Kuvayımilliye Anadolu’sundan gelmiyor muydu her biri?
Gün batımıyla beraber yerle bir etmeye ant içtikleri, o şizofren hedefin stratejik tepesine, o gün kurulacak cehennem; eldeki hedef fotoğrafları ve istihbarat verilerine bakılırsa, varsın gerçek cehennemin ana giriş kapısı olsundu!..
Gün o gün, an o andı!.. Aşağılardan dalga-dalga gelecek darbelerin, perde perde çıldıracak yaylımında, saati dakikası gelince, ölümle randevuları vardı.
Göklerinden oralara yağdıracakları her türlü cephaneyle birlikte; sekiz taze fidanın, kırım-kırım kırılacak dalı yaprağı, o akşamın darında yerküreye, kan sağanaklarıyla çiseyecekti.
Kendilerine anıt mezar olacak, o denize nazır belâlı hedef topluluğu; gezegen haritasından silinecek hallere gelmeden düşüp gitmek; cehennemin ortasına kol kola vardıkları o an, kanat arkadaşlarına yapılacak en büyük ihanetti!..
Adeta bir kanlısı oldukları hedeflerini, beyinlerine kazıma egzersizleri; zaman zaman rüyalarının bile ana öyküleriydi… Filo Harekât odasındaki her çalışma sonrası, birbirine kenetlenen sekiz bileğin, o kıyamet gününe saklı duran yürekten yeminleri; Pars narası “ Atatürk askeriyiz, ölmeye emirliyiz!” kükremeleri, yeri göğü inletircesineydi...
Ola ki bir gün varacakları o gökler festivalinde; bitirmeden bitmek, tüketmeden tükenmek, ant olsun ki yoktu. İki haftalık periyodlarla teorik olarak bir saat çalıştıklarını, aynı günün gök kubbesinde, 39 dakika 35 saniye süren, bir uygulama provasına koyulurlardı.
Barışta sergiledikleri bu fedaî uçuş görevini; gökyüzüne kurdukları bir karnavalın, cehennem görünümlü sekanslarını, bazen Malatya-Boranköy bazen de Diyarbakır atış sahasına pazarlarlardı. Ana Jet üslerinde yaşam, ambargolu olsa da aksaksız, noksansızdı!.. Arı kovanlarının kusursuz işleyişi, koşuşmalı uçuşmasıydı. Devingen, ivmeliydi… Hiç durmazdı. Durmamalıydı!..
Dev organizasyona ev sahipliği yapacak hedef ya da hedefler topluluğunun ölümlü karnavalları; hani olursa bir gün, dört dörtlük olmalıydı. Hayattan senfoniler; ağır çekim kortejlerin arka fonlarında, asker bandosu çaldırtacak kadar, dünyaya nam salmalıydı!
Şu an buralarda testine çıktıkları uçağın ön sandalyesinde, sakin bir şekilde oturan Göktuğ Üsteğmen de Kurban Bayramını andıracak o karnavalın, bir bombardıman elemanıydı. 8’li bir F–100C kolunun yedi numarasıydı... Yzb. Serhan komutasındaki anı kliplerinden, o an geçtiğinden habersiz; belli ki o da geçmişinin, siyah beyaz kadrajlarında geziniyordu.
Gözlerinin önünden geçen film şeridinde, bereketli yokluklarla kat edilmiş yılların, hesabına oturmuştu. Geçmişe karışmış zamanların, hayal meyal anlarından geçerek, puslu anılarını adımlıyordu. O anlarda ortaokuldaydı Göktuğ… Aile bütçesinin ağır yokluklarına, üç-beş kuruşla da olsa çorbada tuz-biber oluyordu… Köyüne yakın kent sokaklarında sattığı simitlerle bir keresinde, naylon bir ayakkabının sahibi bile olmuştu.
Bayram harçlığıyla aldığı plâstik uçağı saymazsak, parayla alınmış oyuncağı varsın olamasındı. Takıldığı bir kara servinin, doruğunda parçalanmış pembe uçurtması, ayrıca kendi imalatı bir tel çemberi vardı ya yalpalayarak dönen!
Vitrinin birinde, seyrine daldığı meşin futbol topunun bir mavi olanını, az mı hayal etmiş, az mı görmüştü yaz rüyalarında!..
Kuzey Anadolu topraklarına, 1862-1865 yılları arasındaki tarihi Çerkez göçüyle gelmiş ataları, alın terli helal ekmeklerini; Azrail efendinin aksaksız görevlendiği dehlizlerde, ‘[1]Zonguldaklılık Kanun’uyla kazanmaya çalışmışlardı.
Çamlı tepelerin gamlı karabulutlarından, kesintisiz karayeller estiren yöresinde, karaelmas varoşlarının 20’nci yüzyıl fukaralığıyla didişen, o dağ köyünde doğmuştu Göktuğ. Galerilerin zaman zaman grizulaşan ekmek kavgası can pazarları, derin göklerin yurt sevdası savaş pilotluğunu anıştırırdı.
Babası işten henüz dönmemişti. O hafta gece vardiyasındaydı Mürsel ağa… Töze Ana’ysa Anadolu’nun her Anası gibi yuvasının anayasasıydı. Duvar dibinin tahta sedirinde, mevsimlik fasulye ayıklıyordu. Gene çığlık çığlığaydı... “Yapma Göktuğ!.. Bak düşeceksin!.. Yapma yavrum öyle uçma!..” diyordu…
Gün batımlarının, kerpiç duvarlı bahçelerine vurduğu yaz demleriydi. Erik ağacına, urganla kurduğu salıncağındaydı gene. Derme çatma her oyuncak köy çocuklarının kendi buluşu, kendi üretimiydi. Kurgulanan oyunların yapımcı yönetmeni ıssızlık, çocukluğun taslak öykü sinopsisiydi.
Kendisini oynayan her karakter, yokluğa renklenmiş yalnızlıkların senaristiydi. O yılların çok vardan yoksunluğunu, hayalindeki bir savaş uçağının gökler dünyasına neşeyle bırakmıştı. Coşkuyla çılgınlaşmış kanatlanmıştı… Uçuyor, uçuyordu!..
Son hızına ulaşmış salıncağın, erik dalı merkezli çizdiği [2]parabole, macera sever çocukluğuyla sataşmaktaydı. Hayatla didişen bir haylazlıkla yörüngesini zorluyor zorluyordu. Töze Ana bağırıyordu… İp gıcırdıyordu... Kopacaktı… Koptu! Düştü Göktuğ!
Olanca hızıyla yere vurmuştu… Aldığı yaralarla birkaç gün simit satamamış, ekmek kazanamamıştı ama okulunu, hiç mi hiç aksatmamıştı…
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
[3]Oligarşin sultanizmin çağdışı iradesi yerine, yerli ve ithal cehaletten arınmış millet iradesinin, ola ki bir gün egemen olacağı!..
Sistematik ürettiği haramilerle ülkeyi, sülale boyu yağmalayan endüstriyel partizanlığın; suçun her türüne meşruiyet kazandıran, sabıkalı siyasal yasalar işgalinden tümüyle kurtulacağı!..
Ve ‘Mülkün temeli hukuksal adalet’ in, yaldızlı levhalardan dile gelip, demokratik, laik, sosyal devletin çağdaş cumhuriyetini, çatal yürek hakşinas bir vicdanla koruyacağı, mutlu bir Türkiye umuduyla!..
[1] 1867 ve 1940 yıllarında, Zonguldak’ta yaşayan erkeklerin, madenlerde çalıştırılmasını mecbur kılan “Mükellefiyet Kanunu”
[2] Yay
[3] Siyasal arenada tek kişinin ayrıcalıklı bir grupla iktidar eylediği, otokrat bir yönetim şeklidir