Siz ne yaparsanız yapın, hayatla diyalogunuz bazen sizi, doğru istasyona vardırmıyordu. Uzlaşmasız, vurdumduymaz, bana neci yaklaşımların, hırçınlaşmış hayat geçişleriyle kafasının dikine dikine tavrı, yaşamla hesaplaşma sabrınızın canına okuyordu.
Ruhunuzu okşayan bir öngörü, yakın bir gelecekte rahatlayacağınızı vurgular gibi olsa da hani yanılgıya düşmek istemediğiniz anları olur ya hayatın! Hani olanca gayretlerinize rağmen, iç huzuru henüz yakalayamamışlığınız, kıyılarınıza vurur ya dalga dalga!.. Hatta var ya tek seferlik bir ömrün bitimli atlasında, şansınıza duyduğunuz yığılmalı küskünlük! Kokpitten esintiler o an, işte öylesine yöresel öylesine bireysel öylesine dökümsel rüzgârlar ayazlıyordu. Sanki hayat bazı şeyleri, Serhan’la Göktuğ’a zorla dayatma uğraşısı içindeydi!.. O anların, oralarında olanlar; on bin fitlerde olacakların ön sözü değil, sanki son sözü gibiydi... Savaş pilotluğunda canla başla aldığınız yer ve gök eğitimler, her ne olursa olsun hep dik durmaların, şarjlı dinamizmini öğütlerdi.
Yüksek göklerde uğradığınız felaketin, uyguladığınız kitabi usulleri, müjdeden çok, yaşanacak sert mevsimlerin inceden inceye sinyalini vermelere başlamışsa, yaşamla ölümün ana kavşağı on bin fitler; (3 bin 48m), tümüyle eksiksiz olmaları gerektirirdi. Yolunda gitmeyecek bir şeylerin olası ihanetleri; kurulu pusuların teknolojik hainlikleri, çoğu kez savaş göklerinin on bin fitlerine siperlenirlerdi. Her ne olursa olsun, hayatla çatışarak paniklemek yerine, barışsal duyguların akılsal mantığıyla çözümler aramak, tüm zamanların en iyi iksiriydi.
Aklına yeryüzü düştü Serhan’ın… Yaşamın, anılarda yer eden bölümleri yerle birdi... Belleğinin yirmi dokuz yıllık uzun metrajlı filmi, hızla geriye sarıyordu… Eskimeye yüz tutmuş anı kadrajları, bulundukları sinematiklerinden ayaklanmış; hassas bir sinematograf tekniğiyle içinde bulundukları dar anlara, süratlice saldırmışlardı! Adeta tırnaklarıyla kazıyarak ite kaka buralara kadar getirdiği düşe kalka hayatın, dünlerine bulanık o belgesel şeridi, bir yamanca hareketlenmiş, bir hüzzamca gösterime girmişti… Kopuk kopuk, kare kare, siyah-beyaz geçmekteydi bir hızlıca...
Konuşmayı ilk söktüğü yıllara dek gitmişti. Anasının, “Ne olacaksın yavrum?” sorusuyla her karşılaştığında; çocuk dilinin döndüğünce “Paylıt olacağım!” dermiş. Evlat söz konusu olunca, olası ki tüm anaların yüreği, hemen hemen aynıydı. Hani o evladıyla ilgili, bir lokmacık mutluluğun bile tılsımlı gücü, yaşam enerjisine kanatlandırır ya onları! Hani o kendini evladıyla unutarak, birlikte büyüdüğü; hani var ya adeta dünya dünya uçtuğu anları olur ya Anaların!..
Nüfus kütüğündeki adı isteğince olmasa da yavrusunun, “Paylıt” olacağım her dediğinde, sabisini yürekten öper öper, şefkatle kucaklardı. Ana yüreğiyle her sarıldığında; “hanların başı, baş hükümdar, baş kağan” anlamıyla “Sen benim vatana millete hayırlı, sen benim Atatürk yürekli Serhan'ım olacaksın yavrum!” der dururdu… Tablosal harikalar sergisi köyünün, ekmeğiyle suyuyla havasıyla büyüdüğü tarlalarında R. Serhan; hayatı tanıdıkça gördü ki çocukluk günlerinin Türkçesiyle söylemeye çalıştığı o sözcük, şu delişmen gök diyar mesleğinin, meğerse İngilizce söylenişiymiş.
Ambargolu kokpitin kanadı kırık ikilisi uçamıyor, göğün 43 bin fitlerini (13 bin 100 m) süzülüyorlardı… Derince bir iç çekti!.. Oksijen maskeli ağzının biçare soluğu alaz alaz! Volkan lavıydı o an!.. Yürek topraklarında daha yeni yeni çiçeğine durmuş tomurcukları; yemyeşil dallarında yuvasından hayata uçuramadığı, sabi yavrucakları vardı yer kürede Serhan’ın... Yokluklarla emzirilmiş çocukluğunun, nerdeyse daha yeni düze çıkmış gibi görünen şu gençliğinde, eline tutuşturulmuş yazgısal bir hayat senaryosunun, olsa olsa henüz birinci bölümüydü… Beklemeye aldıkları yanında başlamamışları, başlamışlarında ise yarım kalmışları bir hayli çoktu…
Üç yıl olmuştu evleneli... İlki kızdı yavrularının. Pırnat pırnat[1] sarı ekin saçları, öpülesi lüle lüle bukleleri vardı yanaklarına sarkan. İki buçuk yaşlarındaydı. İkincisi için dün akşamın ilk demlerinde başlamıştı, eşinin doğum sancıları. Daracık sokaklarında kuru bir şubat ayazının, ıslıklarla kol gezdiği berduş bir Diyarbakır gecesi, kendini yarılamak üzereydi. Bir zamanlar varlıklı bir tarihin, gümrah kültürlerini bağrına cömertçe konuk etmiş ağırbaşlı kent, perakende uykusuna hazırlanıyordu…
Gecenin mukimlerine yalnızlık besteleyen dünkü ortalarında, Askeri hastaneye kaldırmak zorunda kalmıştı, sancıları sıklıklarla ağırlaşmış hayat arkadaşını…
Yalansız edebiyat tarihinin, gök yuvara gerçekçi kayıtlar düşüren gökçeyazın günlükleri, yer yuvara öykü öykü akışmaya devam etmekteydi. Yapımcı yönetmeni Sam Amca olan yaşamdan senaryoların, bilhassa son sahneleri, tümüyle dünya gerçeğiydi… Doyumsuz menfaat haramiliğinin, özellikle köktendincileriyle radikal kimlikçilerini kendine kapıkulu olarak seçmek; insani verileri dibe vurmuş emperyalizmin, insanlıktan arlandıran ahlâk metre değerleriydi…
Evrimleşme sakatatı kimyasıyla devlete sarkan çıkarcı vahamet; millet hazinesine çöreklenip, mürtecilik pazarlayan zihniyet; illetli liyakatle cehalet arşivleyen mitomani (yalan hastalığı) siyaset; tutunabildiği her yanı cehenneme çevirirdi. Oraların, katman katman kara cehalet yataklarını işleten, Rabbena hep bana tacirleri; oraların hesap vermez, denetlenmez, eleştirilmez, özcesi dokunulmaz mukimleriydi. [2]Rabıtalı müritliklerin, sözde mümin şeyhleriyle birlikte, halk sırtından sürülen saltanatlar: Dar-ül Harp zihniyetli doyumsuz dünyeviliklerin, uhreviden tıka basa Cihad-ı Harredaş (Harre Vakası) geçinmelileriydi. Kur’an’i ve Muhammedi İslam’da asla olmayan müridin, şeyhine gönlünü bağlaması; yaratanla yaratılan arasına sızmış şeyhini, aracı olarak kullanması; milenyum İslam’ının, bir diğer ticari sürümüydü.
Oralı coğrafyalar; hayatın kendilerini göreve çağırdığını söyleyen, saray saltanatlarıyla doluydu ama bilimsel akılla görebilenler için tarih; monarşin otokrasilerin, hangi sonlara fırlatıldıklarını hakşinasça söylemekteydi. Oralar ki ilan edilmemiş olağanüstü haller yönetimi; oralar ki sınırsız yetki, sıfır sorumluluğun Sultanizmiyle hem bölgesel hem küresel emperyalizmin, iri hurmaları löp löp götüren, sadakatli siyasiyat işletmeleriydi. Her yolla kendilerini meşru kılmış bu yağmacı işletmelerin, ülke kaynaklarına musallat muktedirleri; emperyal güçlerin siyasi kanadı Sam Amcaya, çoğunlukla ehli kıbleli neferleriydi. Haliyle oralarda yasalar hukuksal değil, saraysal patentliydi. Saray devletlerinde resmi devlete ödüyor sandığınız vergiler, tümüyle parlamento dışı yönetimlerin, saray saltanatlarına gittiği, tez zamanda köşelenişleriyle görülendi. Oralar ki küresele güdümlü siyaset sultanlıklarının, doyumsuzca türemiş ve tünemişleriyle onulmaz yaralar almış, yıkımsal yağmalarla tarihin, musalla taşına seyretmekteydi.
Ayasofya önlerinden tesadüfen geçerken, bir cenaze namazına imam olmuş, sultan 4’üncü Murat döneminin, namlı Bekri Mustafavari (!) bir devranıydı ki; Amerikan güdümünün yancı taşeronları, şapı kaynatarak (!)şeker elde etmeye çalışıyordu. Görevlendirildikleri bölgede, küresel ağalarına panikle seferber olanlar; sarıklı başına 10 milyon dolar konmuş, Dünya Terör Listelerinin sakallı, Orta Çağlı, cihatçı Taliban’ından; beyaz gömlek, kravatlı, modern bir dünya masumu (!) oluşturmaya çırpınıyordu. Suriye Hava Sahasında, kendi sineğini bile uçuramayanlar; kameralar önünün, karanlık bir meçhule giden tarihi kervanında, zafer edalarıyla canciğer kadrajlar veriyordu. Sam Amcalarının buyrukları doğrultusunda; Ankara Siyasal İslam’ının, teröre listelenmiş Orta Doğu Siyasal İslam’ına; mevki-makam, itibar sağlama görevi, insanlık tarihine utanılası kayıtlar arşivliyordu. İçte, evladı fatihan algılar inşa etme gösterileriyle kuzu sarması olunmuş ağır sabıkalıya, ayıplıya, suçluya; siyasi, askeri, iktisadi hatta istihbari koltuk çıkma garantörlüğünün; dışta başa iş açabilme ihtimali, ne ilginç ki her niçinse düşünülmüyor muydu?..
Ki dahası Kabil’in, kardeşi Habil’i katlederken, insanlık tarihinin ilk cinayeti, ilk katili olduğu (Maide suresi 30-31.ayet) O tepede, deruni bir Suriye gecesinin, sahra serâbı mutluluğuyla yakın dost çayı bile içilebiliyordu. Hemencecik yan taraflarında ise Medler’in, Amerika hamiliğindeki teorize ve terörize çocukları; önce kendilerini lağvediş görüntüsü verip sonra da federe bir devletin, yoksa ilanına mı hazırlanıyordu? Öte yandan Dünya Haritasında oldubitti, sürekli bir yerlere tebelleş, günahlı Hz. Davut’un, Zebur’daki Yahudize çocukları; Amerika’nın sıkı korumasında, yoksa bu kez Güneydoğu Anadolu’nun, Tevrat’taki vaat edilmiş topraklarına mı sarkıyordu?..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek…
Ancak saygın olana sayın, bey olana bey; sadece iyi olana iyi, kötü olana kötü diyen, bir dünya umuduyla esen kalın…
[1]Ekin saplarının kucak dolusu hacimli demeti.
[2]Kur’an’da olmayan tarikat, cemaat, şeyh, şıh, mele, gavs türü dinciliğin, aldatıcı ticarethanelerine gönül bağlama.