RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (birinci bölüm devamı)


 

…… Altlarındaki kocamış kaçık, dünya namlı gezegenin gökler arenasına, kuşağının Uçan Tabutu olarak tarihi namını kanla duyurmuşların, metal kanat karakteristik bir ferdiydi!.. Azman bir canavarı andıran, o elipsoit hava alığının yayvan devasalığı, gövdesi içine yuvalanmış zebella bir motorun oksijen ihtiyacını, öylesine bir obur ağız hacmiyle ancak doyurabilirliği içindi. 

 

Savaş sanayiine Av-Bombardıman rolüyle üretilmiş bu kuduruk yaratık, gök diyardan ölüm yağdırmalarda, çağının en ağır abisi, en azgın tetikçisiydi. Yerdeki bakımcısına da gökteki pilotuna da yaşadığı devranın, en nev-i şahsına münhasır, en ibret-i âlem, en hortlak bir tipiydi. Huysuzdu, inatçıydı, dahası geçimsizdi… Binicisini eziyet etmeden beğenmez, onun kötü değil yetersiz; yanlış değil eksik yapma ihtiyacı; hiç mi hiç umurunda değildi. Pilotaj defolu hiç bir yaklaşımın, özverisiz hiçbir uğraşısını hoş görüyle karşılamaz, hatayı tamamen suç sayardı...

 

Harran göklerinin akşamki ana karasından soğuyarak kopmuş bulut takımadacıkları, mekânlarına küme kümeydi. Kutupların mavi denizler ortasına donarken büzülmüş buz dağlarının, oldukları yerde o ha bire yalnızlık devinen, irili ufaklı hayatlarını andırıyorlardı. 

 

Ve ansızın oralardan kopan bir Azrail kasırgasının, mesleki imdat çığlığına dökümü, oralı göklere tepetaklak düşmüştü!.. Adeta dünya durmuş, rahmani emrini aldığı günden beri ileri saran zaman, birden paniklemişti… 

                                                                                                                             

“MEYDEY!                                                                  

 MEYDEY! 

 MEYDEYYY!!!..

PARS DÖRT BİR[1]! HARRAN OVA ÜZERİ, KIRK BEŞ BİN FİT, MOTOR DURMASI!.. DİYAR[2] MEYDANINA MECBURİ İNİŞ!..”   

 

Bu haykırı: Havacılığın hayati alarm içeren anlarında, telsizlerin tehlike frekansından, gök boşluğa “üç kez” yinelenerek yapılan standart repliğiydi. Dünya pilotlarının şok bir yayınla ilgili birimlerden yana yakıla acil yardım isteme çağrısıydı… Yaklaşık 100 mil (185 km.) menzil içindeki tüm telsiz alıcılarında yankılanan böylesi bir bildiriyle akarında giden hayat, bir anda ayaza vurur; yer ve gökyüzünün duyulabilmiş tekmil kesimlerinde, ortalık buza keserdi…

 

İşte gene öylesi anların biriydi tarih yapraklarında! Gökleri yara yara yüreklere işleyen o metalik feryat, kulaklarda acı acı yankılanıyordu. Serhan-Göktuğ ikilisi, altlarındaki teknolojik uygarlığın, amansız yıkıldığı o hayat sapağına, çaresiz bir hayretle baka kalmışlardı. 

 

Hayat, iyi sinyaller vermiyordu. Belli ki o anlara arabesk yüklüyordu. Bulunduğu koordinatın tepe taklak kapaklandığı kıyısına, bir yamanca patlamış; can yakıcı, kavurucu olacağa benziyordu. İçine düştükleri uygarlık fırtınası, gök uçlarda başlamış bir cehennemin, sonu meçhul kadrajlarını kurguluyordu... 

 

Kula kulluk eyleyen Orta Çağ kalıntısı biat kültürünün, yaman kronikleştirdiği Ebu Cehilistanlıklara, ya [3]dincilik ya ırkçılık ya da kimlikçilik pazarlayan, ihtiraslı partizanlıkların akçeli işler diyarında… Yoksa onlar da mı (?) yaşadıkları coğrafyadaki yazgılarının, planlı olmayan sürpriz bir hayat programına dâhillerdi!.. Halka hizmet yerine, kendilerine hizmeti yar edinmiş sentetik siyasetin, doyumsuz baron ve baronesleriyle millet cebine üşüşmüş dolarşinas sevdaları… Liyakat defolu mevki ve makamların, servetperver sultanlıklarıyla durmadan kurcalanan yurttaşlık yazgılarının… Türlü türlü hazin öykülerinden biri, yoksa onları da gök uçlarda mı yakalamıştı!.. 

 

Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk sonrasının, yetim ve kimsesiz kalmışlığıyla okyanus ötesine taşeronlaşmış, çıkar marazlı partizanlıklardan; meğerse onlara da oralarda mı (!) ayaz terler altında, öylesine acımasız, katlanış cehennemi düşmüştü? Evrenselliğin yüce yüreğiyle “İstikbal göklerdedir” diyen, dünya önderi bir dâhinin, muasır medeniyet yolculuğunda, partizan liyakatsizliğe mevzilenerek çok şey yaptıklarına böbürlenen bilimsiz siyasetin, lafazan aktörleriyle masum ülkenin geldiği yer, yoksa burası değil miydi? Bunca vahşet, bunca dehşet, her alanda dünya rekoru kıran böylesine hukuksuzluk, yolsuzluk, dolandırıcılık… Mihrap para kıble servet hırsızlık, doyumsuzluk, cezasızlık… Yandaşlaşıp yardaklaşmamış yurttaşlara, bu böylesi zulmedici yoksulluk… Hatta hatta göklere dek ulaşan, ambargolu yoksunluklar kurbanı, yoksa biz değil miydik?

 

Siyasi ve resmi büyüklerince, çağa boynu bükük bırakılmış diyarlarda, daha iyi işler çıkaran Azrail hazretlerinin, o günkü listesinde olup olmadıklarını, ikisi de bilmiyorlardı… O an tek bildikleri; ihanete çıldırmış motoruyla perişan, şu savaş uçuğunda, apansız kopmuş bir Azrail boranının,[4] yüksek voltajlı çaresizliğine tutulmuş olmalarıydı. 

 

Eni sonu kâinatın her galaksisi, her gezegeni, her noktasına, eli kolu hızla ulaşabilen Azrail hazretlerinin, O günkü listesinden sanki kurtuluş yok gibiydi! Ama yine de son söz, hep İlahi güçteydi. İşte sebep oydu ki umut, sahibinden önce ölmemeliydi!.. Yürekte son nefese dek, gönülden ağırlanıp, özenle beslenmeliydi. Zira ömür güzergâhına kurulmuş barikatlar, geçilmez görünse de bereketli sabrında ısrarlı kararlılık, insanın hayata tutunma iksiriydi. 

 

Gök diyarın ani kararları, çoğunlukla dönüşü olmayan kararlardı. Azrailli hayatın kaçınılmaz düellosu, oldukça hayati tehlikeler içerse de mantıksal süzgecin hızlı düşünüş modu; savaş uçuculuğunun vazgeçilemez [5]diyalektiğiydi. Zira o anlar; [6]“melekü'l-mevt” hazretlerinin, “Bakın, sınırlarımı çok zorluyorsunuz ey faniler!” der gibi, parmak salladığı anlardı. Bu sebeple zihnin bir anlık düşünme aşaması, süratlice bir karara dönüşür, kararsa mantığın planlama aritmetiğine havale edilirdi. 

 

Özcesi, gök mekânda geç verilen her karar, ölümün eşiğiydi. İşte bu yüzdendi ki, Serhan-Göktuğ kokpiti, sözde 20. yüzyıl uygarlığının, şok bir dayatmasıyla “Durmuş motor acil iniş” kararı almış, Diyarbakır 8’inci Ana Jet Üssünün, süzülüşle yoluna koyuldukları pistlerinden birine, inebilmeyi planlamışlardı.

 

Savaş uçaklarında hayati arızaların, yangın kadar gaddar olmayanları, pilotlarının,
en kısa zamanda en yakın meydana mecburi iniş yapmalarına fırsat verirlerdi! Göklerin baş edilemez yangınları ise belanın baş belası, belanın karasıydı. Oraların an be an sırnaşarak azgınlaşan alevleri, yas öncesi deliren gökler heyelanıydı. Kıyım kıyım ağlatı, ağıt ağıt tufandı… 

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek… 

 

Dünya dualarımız, insanlık pusulamız, adalet vicdanımız olsun!..

 

 

 

 

 


 

[1] Yzb. Serhan’ın o dönemdeki on beş günlük şifreli kodu.

[2] Diyarbakır meydanının o döneme ait on beş günlük şifreli kodu.

[3] Dindarlık değil

[4]Şiddetli fırtına.

[5]Karşıtlarla akıl yürüterek, doğrulara ulaşma yöntemi

[6]Kur’an’da ismi geçen “ölüm meleği”

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593