…… Şu anki söylenceleri, belki de yeryüzünde, ağızdan ağza dolaşıma çoktan girmişti... Göklerin böylesine ağır ve acil hayati öyküleri, derhal uçuş kulesinden telsizle Üs Komutanı, Harekât ve ilgili Filo Komutanına, bilahare Arama Kurtarma, Kaza Kırım timi, Yangın Kıtası ve Sağlık Amirliğine bildirilirdi.
Eğer haber, az da olsa taştıysa akağından, uzak göklerin bu talihsiz felaketzedeleri, yeryüzünde geçmek bilmez o kasvetli anların, olası ki tek ilgi odağıydılar. Hele ki 8’inci Ana Jet Üssü, ille de 181’inci Filo personelinin baş sayfa manşetlerine, gökçeyazın söylencelerle oturmuş olmalıydılar.
O an uçuşu olmayan tüm meslektaşları, şüphesiz ki merak dolu gözlerle meydan batısına takılı kalmışlardı. Uzak ufuklardan belirecek bir metal yaratık gördüklerinde; o ana dek belirsizlikten bıçak açmayan, ağızlarda yürekler tümden umuda göverecekti.
Hele bir de koca aygır, bir uzay mekiği edasıyla yeryüzüne sağ salim teker koydu mu (!) çağının o teknolojik fiyakasıyla hele bir de üstüne fren paraşütü açtı mı (!) tarifsiz sevinçlerle hayatı, Diyarbakır halayına çekeceklerdi!..
“Olanlardan bari eşimin haberi olmasa!” diye düşündü Yüzbaşı Serhan!..
Eğer havalanmış bir Arama-Kurtarma helikopterinin pat pat sesleri, lojman bölgesinden duyulmadıysa mesele yoktu. Ola ki duyulduysa, ilgili tüm yürekler belirsiz kederler, yakar ateşler içinde kavrulurdu!..
Zira gün maaş günü değildiyse yani şehrin Ziraat Bankasından, personel maaşlarını getirmiyorduysa, havayı tokmaklayan döner kanat makinenin, harman makinesini andıran titrek patırtıları, pek hayra yorumlanmazdı. Velhasıl, lojmanlara varabilen her helikopter sesi, illa ki oralara korkutucu merakların, ürkütücü acabalarıyla dondurucu tipilerini savururdu…
O anların, motorsuz süzülen kokpitinden gök mekâna, adeta mahkeme kurmuş toplumsal gerçekçi anlatılar, aşağıların köhnemiş dünyasına celse celse, akış akışlardı…
Hayat bazen, siyasal yasalar etiğiyle fırsatı ganimete döndüren, doyumsuz çıkarcılığın vicdan özürlü fırsatçılarını andırırdı.
Eğer olmasalardı; anne babası kim, hangi nesep; hangi milletten olacağı belli olmayan… Eğer olmasalardı bu gün; kim bilir hangi din, hangi dil, hangi mezhepten olan… Eğer olmasalardı: Minarelerinde ezan, gönderlerinde ay yıldızlı bayrak olmayan!..
Oldukları içindi ki, her bir yanı işgal altında Anadolu’yu, canları pahasına 7 düvelden kurtararak, uluslararası itibarlı çağdaş bir yurt kuran… Milletine 47 fabrikayla iş, aş, ekmek; muasır medeniyet zirvelerine taşıyacak bilimsel kurumlarıyla mevki, makam, kültür sanat bırakan… Zorlu ekmek kavgalarına, cefakâr alın terleri akıtan kadirşinas köylüyü, “Milletin efendisi” olarak onurlandıran.
Eğer biraz yaşasalardı, siz o zaman göreydiniz Anadolu’yu!..
Halkı için ölümüne, olanca fedakârlıklarına rağmen kurucu Atalarına karşı, hem bireysel hem örgütsel hem de edepsel hainler, hainlikler hortlayan, yeryüzünde başka bir ülke var mıydı?
Yerli ve yabancı emperyalizmin, al gülüm ver gülümlü sömürgen güdümüne marabalaşmış parlamentolarda; haram maaşlarını milletin helal cebinden koparanlar… Liyakatsiz edersizlikle sınırsız olanakların en yüksek gelir seviyelerine, sülale boyu pişkince konanlar… Milleti temsil yerine, kendilerini oralara ışınlamış parti başkanlarının, el kaldır indir temsilcileri olmazlardı da neydi?
Dünya kamuoyunda, liyakat fukarası her iktidar, Ortaçağ şablonu seçme seçilme sisteminin ablukasıyla oralara meşrulaşınca…. Sandıktan çıkan kronik siyaset kompradorlarıyla da çağdan koparılınca…
Huzur içindeki çağdaş dünya yurttaşlarının, yüksek yaşam standartları bilinmesin diye de oralı cehalet kitleleri dünyaya kapatılınca… Devletten yana olması gereken yurttaşlığın, organize partizanlığa yurttaşlığı, oralarda hükmünü sürmez miydi?..
"Halkın halk tarafından, halk için yönetimi" olduğu halde, sandıktan her çıkanı, oralara demokrasi zannettiren; siyasal yasalarla da hak-hukuku katlettiren iktidarlarda, bilimsel demokrasinin hukuksal varlığından, hangi çağdaş bilinç bahsedebilirdi!
Sözün özü, oralara istifli Cehaletin [1]Şeytanül Ekberleri; vardıkları yerleri yakıp yıkan dehşetin, Moğol istilacılarına benzemediklerini; dürüst yurttaşların helal vergileriyle oluşan bütçesinden, haramice yemlenmeyen hangi vicdan inkâr edebilirdi?
Bilimsel aklın dünya dâhilerinden hiç kimse yoktu ki: Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, insanlığın saygın Büyük Önderi, bir deha olarak görmesin, takdir etmesindi... Uluslararasının, kendi alanlarında tüm bilginleri, bilimsel ve ilimsel disiplinlerle ölçümleme neticesi; imrenerek takdir ettikleri Kemalizm’in: İnterdisipliner (disiplinler arası) devrim, evrim, felsefi doktrinlerine; insanlık hazinesi ideolojik öğretilerine, hayranlıkla aynı görüştelerdi.
Bir var ki, yerli siyasetin küplerini düşünen zekâ küpü hazretleri; uluslararasının o eğitim, demokrasi, askeri, siyasi, iktisadi ve hukuki araştırmacı dâhilerinden, daha dâhilerdi ki, peşlerine taktıkları partizanlığın ülke yerine, kendilerini ve oydaşını kayırımcı ayrımcılığıyla hükümet etmeyi ahlak edinmişlerdi!..
En yurtsever milliyetçiliğin Atatürk milliyetçiliği… En uygar ülkücülüğün Cumhuriyet Ülkücülüğü… En ayrımsız inanç özgürlüğünün, Atatürk laikliği… En büyük halkçılığın Atatürk devletçiliği olduğunu; [2]aliyyülala çıkarlarına heder eyleyen fanatik particiliğin, yerli ve millîliğini benimsemek, belli ki saltanatlarına, daha bir dâhice gelmişti!..
Gerek yerli gerekse yabancı emperyalizmin, sömürgen ilahları kurban isteyince de yıllar yılı hükümran siyasanın, piyasa siyasetiyle Atatürksüz Türkiye Cumhuriyeti; bağımsızlıktan koparılmamış… Cehaletle uyuşturulmamış… Küresel güçlere uydulaştırılmamış… Her bir yanı yaralı yurttaşıyla birlikte, çağın hayli uzaklarına, yorgun argın paketlenip, boynu bükük bırakılmamıştı değil mi?
Yaşam haritasında o birçokları gibi siyaseti, tez elden köşelenme aracı olarak kullanırken hak-hukuk-adaleti; barış-özgürlük-eşitlik görünümlü cümleleri, kameralar önünde asla eksik etmeyerek, Atatürk’e maskelenen kurnaz hamaset bülbüllerini de iyi tanımak gerekirdi.
Dünya ileri demokrasilerinin şaşa kaldığı, çağ çorağı siyasi partiler yasası ve seçim sisteminin ikramcı siyaset mahfillerinde, kendi yağmacılarını kendi üreten, cehalet kurbanı masum ülkeye; Atatürkçülük, dincilik, ırkçılık, kimlikçilik, gericilik gibi bezirgânlıklar kuran, kimler kimler tünememişlerdi ki! Ama kime sorsanız; “Elhamdülillah Müslüman, ne mutlu Türküm” edalarıyla “ezanlar susmaz, şehitler ölmez, vatan bölünmez, bayraklar inmez” naracısıydı…
Kısacası, Atatürk’le millette verilmiş kayıtsız şartsız egemenlik; artık millette değil, ülkeyi hamasetle işgal eden, samimiyetsiz, çeşit çeşit siyaset jönlerindeydi… Haliyle demokrasi yerine sandıklardan çıkan da organize işlerin; süregelip-süregiden yağmalama partizanlıklarıydı. Derin yoksulluğa defnettikleri mazlum milletin, ülke varlıklarını da yerli ve yabancı yandaşlarına, farklı farklı peşkeş çeken organize faillerin, kronikleşmiş oyunlarıydı.
Savaş uçaklarının egzoz kısmı, türbin yanma odalarında üretilmiş itki gücüne yön veren, aerodinamik tasarımlı bir menfezdi. Binlerce santigrat ısıya dirençli alaşımıyla bu metal geçit, türbinin son kademesinden başlardı.
Üç bölüm olan türbinin orta kısmı, yatay monte edilmiş bir kum saatini andırırdı. Ön türbinden sıkışarak gelen aşırı sıcak ve basınçlı gazlar; bu kum saatinin, huni şeklindeki ağzında genleşir, genişler, huninin ince belli dar sapından geçerken de ses üstünün birkaç katı hızlara erişirlerdi.
Egzoz bölümünün, konikleşerek atmosfere açılan son çıkışı, nozul sistemiydi. İtim gücünü yönlendiren bu aksam üzerindeki nozul parçacıkları, savaş uçaklarında hareketliydi.
Bu hareketli parçalar, kokpitteki gaz kolunun ileri-geri seyriyle elde edilen motor devrine bağlı olarak, egzoz çapını küçültür veya büyütürlerdi.
Böylelikle, atmosfere püskürtülen aşırı süratli gazların ivmeli tepkileri; bir aksiyonun reaksiyonu olarak itim gücü üretir, uçağı ileri doğru hareket ettirirdi.
Gaz koluna bağlı olarak büzülüp genişleyen egzozlar, özellikle yüksek itki gücü gerektiren manevralara, daha performanslı daha keskin daha güvenli manevra yeteneği kazandırırlardı. Hatta hata kalkış ve inişlerde yere yönelebilen egzozlar; ilgili savaş uçağının helikopter gibi, dik inip kalkmasına olanak sağlarlardı.
İşte bu yüzdendi ki egzoz sistem tasarımları, savaş uçakları veya roketlerin performans ihtiyacında, büyük önem taşırlardı.
……………………….
Bir 10 Kasım sabahı, ne var yeniden gelsen; hayati dermanımız, canda can damarımız!..
Katman katman kültür-sanat varımız, uygarlık ışığımız, çağdaş aydınlığımız.
Sen ki olmazsa olmazımız, bizi biz yapanımız, şehitler diyarımız!..
Bir daha bekliyoruz, ne var yeniden gelsen!..
Dünyaya anıtlaşmış bağımsızlık andımız, Ulular Ulusu Önderimiz, Bilgeler Bilgesi Hakanımız.
Ve Sen, ölümüne izinde olduğumuz; Cumhuriyet [3]revnakımız, Kutsal Ay Yıldızımız.
Kocatepe şafağında can bulmuş çilekeş vatanımız, Sen ki Anadolu’muz; Kuvayı Millîye onurumuz!
“Yurtta Barış Dünyada Barış” destanımız. Yürek yüzölçümü kâinat Başkomutanımız;
İlahi ışıkların rahmet bereketinde uyu, hasretiyle yandığımız cennet mekân Atamız!..
Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” roman dosyasından devam edecek…
[1] Büyük şeytan
[2] İyilerin en iyisi
[3] Göz alıcı parıltı, parlaklık