RIDVAN AYDIN


YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM (18)


…Tarlaların yaşam dalaşlarına, ter döktüğü gecelerin katran karanlığında; Baraklara, Bozlaklara, Hoyratlara karışan duru sesi, zamanla bulunduğu yöreye iyiden iyiye nam salmış ve davullu zurnalı köy düğünlerinin, adeta bir çocuk sanatçısı olmuş çıkmıştı. 

 

Hatta kerpiç damlarının, bir yaz gecesinde yorgun argın uyurken, Pakize Ana’nın itirazına rağmen paketlenip götürüldüğü bir düğün ortasında, gözlerini şaşkınlığa açtığı hatırası; zaman zaman uç verir durur bellek kıvrımlarında! Köyün kırsal ırağına serpilmiş tarlalarla didiştiği gecelerin ürkütücü yalnızlığında, yek başına kalmışlığa çocuk yüreğinden yaktığı türküler, hâlâ duyulur gibi, poyrazları asabi o sağmal ovada… 

 

Köy ilkokulunun birinci sınıfına, kayıtsız gönderilen R. Serhan, gösterdiği özverili uyumla ikinci sınıftan başlatılmak üzere, resmi kaydı yaptırılmıştı. Daha dört buçuk, beş yaşlarındaki çocukluğuyla ikinci sınıftan başladığı ilkokulu, olası ki savaş pilotu olabilmenin acelesi veya gayretiyle mi erkenden bitirivermişti. Ortaokul kaydının yapılabilmesi içinse dönemin bürokratik vesayete, siyaseten atamalı fermancılarınca, bu kez yaşının küçüklüğü ileri sürülmüştü. Nüfus kayıtlarında 1952 olan yaşı; eğitim-öğretimin yaşla ilgili bedeline, siyasal yasalar büyüsüyle apar topar uyarlanmış; bir çırpıda 1948 gibi yalan bir yaşa kurban gitmişti.

 

Özcesi, köylü yurttaşına yaşında hile yaptırılmasının karşılıklı danışıklığına, resmi devlet mührü vurdurularak, siyasi otoritelerce meşrulaştırılmasına, ülkede “hukuk” denmişti! Böylelikle yaşamadığı dört koca yıl, siyasi yasalar hükmüyle yaşandı farz edilip, çocuk ömrüne daha o velayet altındayken yamanmıştı. Olası ki gene kim bilir kimler için inşa edilmiş, öylesi bir siyasî yasanın kullanıma hazır ikramcı fermanıyla olmazlar olur, yapılmazlar yapılır, edinmezler edinilir kılınmıştı. 

 

Guinness rekorlar kitabına girebilir ilginçlikler ülkesinin, takvimsel yıllarını hiç yaşamadan yaş almışlarına, böylelikle Serhan da bir çırpıda dahil oluvermişti! Anadolu geleneğinde böylesi bir uygulama; bıyıkları terleyen evlatların, bir an önce vatan hizmetine gidip, döner dönmez de evlenmeyi hak eyleyerek, yoksa apar topar çifte çubuğa katılmalarını mı teşvik ediyordu!..

 

Atatürk sonrasının boynu bükük bırakılmış ülkesi, insan felaketini banknot bereketine dönüştüren küresel sermayenin, bölgesel siyaset baronlarıyla yine ekonomik krizlerinden birine tutulmuştu. Gülüşü elinden alınmış Anadolu’da hayat, her tarafta kimsesizliğini ağıtlıyordu. Vatan, millet, bayrak, dincilik edebiyatıyla seçilmişlerin birçoğu, siyaset bilimi yerine, kendi doğrularını dayatmayı eğitim edinmişlerdi…

 

1950’li takvimlerin sona yakın yapraklarında, “Akmezra” köyünün, o kırmızı kiremit çatılı tarihi ilkokulu, her niçinse siyasi ağalar fermanıyla yıktırılmıştı!.. İlköğreniminin geriye kalmış üç yılını, yaya gidip gelmelerin, günde on kilometreyi bulduğu, komşu Poyraz İlkokulunda tamamlamıştı R. Serhan. Diğer dağ köylerinden gelen okul arkadaşları ise eğitimin, bu durup dururken, kendilerinden uzaklaşmış aşırılığına; eğitimde de fırsat eşitliğinin bu kapsama alanı dışına çıkmışlığına; kimsesiz bir biçarelikle yenik düşmüşlerdi. Yazılı anayasasında, “İnsan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” diyorduysa da öğrenimleri devlet eliyle katledilmiş, Atatürk öksüzü cumhuriyetin, ilk kayıp kuşağı olacaklardı. 

 

Dürüst yurttaşı telef eden salgın partizanlığın ettikleriyle resmi ya da siyasi otoritenin, bürokratik vesayet yanlışlarını; hangi ana baba yüreğine kan akıta akıta yaşamamış; hayallerin tavan yapan kırıklığında, kaç nesil merdiven altlarının çağ dışı eğitimi dayatılarak, umutlarıyla birlikte heba olup yitmemişti ki!..

 

Çağdaş Cumhuriyet okullarını ya kapamayı ya yıkmayı ya da çağdan koparmayı, siyasal marifet sayan zihniyet; belliydi ki ta o günden, emperyal güçlerin güdümüne girmişti. Belliydi ki Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, şehit ve gazi kanlarıyla inşa eylediği tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti günbegün, kürenin emperyal güçlerine istila ettirilecekti. 

 

Siyasal İslam’ın Emevi sürümü, cehalete dönüştürüle dönüştürüle, Kur’an’i Müslümanlıktan uzak bir zihniyetin abdestli siyasetiyle daha kim bilir, kaçlarca kuşak ziyan olup gidecek, kaçlarcası eğitimsizlik terörüne kurban verilecekti… Biatli proje okumasızlığının, örgütlü mürteciliğe illetleşen toplumsal inşası; küresel güçler güdümünün saray saltanatları ya da yerli siyaset taşeronlarıyla alttan alta fitillenecekti. 

Bu bağlamda, çağdaş Atatürk Cumhuriyetine her türlü siyasal virüsün endüstriyel laboratuarları, her türlü ihanetin üretim karargâhları, envai çeşit partizanlıkların gelecekleri yağmalayan hoyratlaşma paslaşmaları, zamana siperlenip günbegün sinsice mevzileneceklerdi…

 

Emperyal güçler kumandasında uyuşturan uydurma bir dincilik ve uyutma bir kimlikçiliğin teröre sektörleşeceği; merkezi ve yerel yönetimlerin partizan emellere şirketleşeceği; devlet içi paralel bir devletin, merdiven diplerinde örgütleşeceği projelendirilecekti. Velhasıl işgal kuvvetlerinin, bir zamanlar olanca silahlarıyla Atatürk’e kaybettikleri medeniyetler beşiği Anadolu’yu, bu kez ATATÜRKSÜZ… ÇAĞDAŞ EĞİTİMSİZ… HUKUKSAL ADALETSİZ... KRONİK KATMA DEĞER TEKNOLOJİSİZ VE KLASİK ÜRETİM EKONOMİSİZ bırakarak, yeniden işgalin inceden inceye köşe taşları döşenecekti. Emeğin ağaya, alın terinin Karun’a, ceplerin Harun’a akıtılma hortumculuğunda vurgunculuk, hukuksuzluk ve yolsuzluğun, holdingleşen partizanlıklar borsası kurulacak; dokunulmaz, denetlenmez ve hesap vermez iktidarların, entrika dehlizlerine konuşlanacaktı. 

 

Bilinçli cehalet üretiminde okumasız bırakılan coğrafyaların, emperyalizme projeli bir devran garabetiydi ki mezhepleşmiş partizanlığın, özellikle “Rabbena hep bana” mürtecileri, vergiden ya af ya muaf olacaklardı. Diğer inanç gruplarının din ve vicdan hürriyetleri ise zaman zaman ayrımcılığa vurdurulacak, neredeyse yok sayılacaklardı. “Her mahalleye bir milyoner” sloganıyla yoksulluğa sürgün yemiş fakir-fukaranın devlet bütçesi, rejimsel ihaleli yandaş haramzadeliklerin kirli inşasına, oluk oluk akışıp duracaktı.

 

Çocukluğunun Elazığ’ları, Atlantik ötesinin ambargo kuşatmalı kokpitine, buğu buğu doluşmaya başlamıştı... Dostluklar paraya, arkadaşlıklar çıkara, kişilikler güce henüz kaptırılmamıştı. Özcesi kimlikler kimliklere, kimlikler kimselere henüz satılmamıştı… 

 

Atatürk dönemiyle tam bağımsız, bağlantısızdık. Milli egemenlikte o vakitler, millet olarak kayıtsız şartsızdık. Partizan monarşisiz, siyasal İslamsız, etnik ayrışmasız yıllarımızla henüz Ankarasızdık. Velhasıl siyasi referansız, müdanasız, utançsızdık. Reklamsız, ayrımsız, iltimassızdık. Alnımız ak, yüzümüz pak pervasızdık. Dünyadaki hakşinas vicdanların, çağdaş medyaların, evrensel düzeyli ülkesiyle uluslararası itibarlı yurttaşlarıydık. 

 

Siyasallıktan arınmış tüm inançların ve hukuksal yasaların emreylediği insanlığa yaraşan suçsuzlardık, günahsızdık. Çıkarsız, kurmacasız, zararsızdık. Partizan mülakatsız, ayıpsız, haramsızdık... O vakitler nasıl da şen şakraktık, nasıl da yarasızdık… Bıyıklarımızda partizan siyaset; sakallarımızda harami ticaret; giysilerimizde çürüyen simgesel aidiyet henüz dolaşmıyordu. Ekmeğimiz, yandaş partizanlığa ateşleyen sabıkalı reklam siyasetinin değil, şefkatli devletin kutsal ellerindeydi…

 

Sokakların dolu dolu bereket, meydanların vicdan vicdan adalet, mahallelerin tıka basa merhamet, her meşru’un doyasıya hürriyet soluduğu hilesiz, güvenilir zamanlardı. Dikensiz güller açan umutlarımız… Elimizden alınmamış dolu dolu kahkahalarımız… Beklentisiz, hesapsız selamlarımız… Karınca kararınca huzur dünyalarımız vardı.

 

Beş vakit ezanlardan sabah Sabayla… Öğlen Rastla… İkindi Hicaz… Akşamsa Segâhla… Yatsı Uşşak… Cuma ve vefat salalarıysa Hüseyni makamının, ilahi nağmeleriyle okunurlardı… İçli doğal seslerin, gönüllere oylum oylum işleyen rahmani ezgileri; ayaz mikrofonların, avaz hoparlörlerin, birbirine saldıran metalik çığırtkanlıklarıyla henüz işgal yememişlerdi… Bakır-kalay alaşımı kilise çanlarında, çevresine panik vuran elektrik motorları, kulakları çınlatan elektro yükselteçler de henüz türememişti. 

 

Kentli gökdelenler de kürenin rüzgârlarını, galaksinin güneşini, atmosferin oksijenini sokakların ellerinden henüz almamışlardı. Salgın yalnızlıkların biz yürüyen cesetleri; apartman denen beton mezarlarda, birbirimize yabancılaşarak çürümelere başlamamıştık henüz! Şehirlerin ruhlarını hırsızlamaya; kumaşına çağ hortlağı dokular sızdırmaya, mimarisine ucube ihanetler bırakmaya, epeyce zaman vardı... 

 

Sadakat yüklü komşuluklarımız, şefkat soylu duyarlılıklarımız, yardımsever yürekli duygularımız yalansızdı. Bereketli merhamet sofralarımız, bitimsiz sevgi çıkınlarımız ayrımsızdı. El değmemiş yarınlarımız, Tanrı’ya açılan avuçlarımız, güllerinde yar kokan soluşsuz sevdalarımız vardı. Sevdalar ki şiirlerce saf, gök okyanuslarca derin, gönül sayfalarınca karşılıksızdı… Sözün özü,  para henüz kıblemiz olmamıştı!..

 

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” adlı, roman dosyasından devam edecek… 

 

İnsanlığın, insan olan tekmil insanlarına, kul hakkı yemeyen temiz yürek tüm vicdanlarına selam olsun!..

YAZARLAR

https://www.facebook.com/%C3%9Cnye-Kent-Ofset-106507792092593